Teo-stratejiler ve Türkiye: X
Fitne hareketinin ilk temsilcisi olan Aslen Yemen Yahudisi olan Abdullah bin Sebe bu dönemde Müslüman olmuş; Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra Hz: Ali’nin yanında yer alarak sapık fikirlerini yaymaya çalışmıştır. Hilafetin Hz. Ali’nin hakkı olduğu yaymaya başlamış ve hatta Hz. Ali’yi ilahlaştırma gayretine girdiği bilinmektedir.
Bu yüzden Hz. Ali, Abdullah'ı, yakmaya teşebbüs etmişse de bundan vazgeçmiş ve onu Medâin'e (Bağdat yakınlarında) sürmüştür.
İbn-i Sebe’nin yolundan gidenler ilk Batınî akımları oluşturmuşlar; tarih boyunca diğer mezheplerle çatışmalara girmişlerdir. Hıristiyan Dünyası’nın yaşadığı Mezhep savaşlarının, -o boyutta- İslâm Alemi’nde yaşanmamasının tek sebebi Haçlı Seferleri’dir.
İnanç kılıflı ekonomik kaynaklı savaşların en belirgini olan Haçlı Seferleri’nin teolojik, bilimsel ve siyâsî sonuçları ayrı ayrı incelemek gerekmektedir.
Tarihte İslâm Medeniyeti olarak tanımlanan olay, gerçekte Türk İslâm Medeniyeti’dir. İslâm ülkelerinde, yüksek bilim-sanat-teknoloji Horasan sufilerine ve İmam Maturidi ve İmam-ı Azam’ın temsil ettiği, akılcılığı esas kabul eden Türk Müslümanlığı sayesindedir.
(Türkler dışındaki tek gelişme odağı, Endülüs Emevîleri olup, dar bir bölgede gelişmiştir ve asla BÜYÜK DEVLET konumuna gelmemiştir.)
Haçlı Seferleri’nin Türk İslâm Medeniyetine ve İslâm Alemi’ne etkilerini incelerken, öncelikle “Haçlı Seferleri olmasaydı ne olurdu?” sorusunu cevaplamamız gerekmektedir.
Haçlı Seferlerinden önce, İslâm Alemi’nde,Batınî-Şia-Ehl-i Sünnet çatışmasına başlamıştı. İbn-i Sebe ile başlayan ve Hasan Sabbah-Alamut Kalesi’yle devam eden gerginlik Mezhep çatışmasına dönüşme halinde iken Haçlı Seferleri başlamıştır. Şunu kesin olarak kabul etmeliyiz ki, Haçlı Seferleri’ndeki Müslüman-Hıristiyan çatışması, İslâm’dan mezhep savaşlarının Avrupa’daki boyuta ulaşmasını engellemiştir.
“Haçlı Seferleri sırasında Orta Doğu’da ve Anadolu’da Türkler olmasaydı ne olurdu?”
Ne Arablar’da, ne Farslılarda ve ne de diğer Müslüman topluluklarda haçlılara karşı koyacak askerî güç, savaşçılık ve devlet anlayışı yoktur. Eğer Selçuklular ve diğer beylikler olmasaydı Haçlılar, Mekke’ye girer; Kabe’ye haç asarlardı. Dahası, tüm Güney ve orta Asya Haçlıların kontrolüne girerdi.
Bu noktada tarihçilerimizin ısrarla göz ardı ettikleri bir gerçeği daha dile getirelim. Haçlı Seferlerinin en temel sebebi ekonomiktir. Dinî inançlar siyasî ve ekonomik amaçlar için kullanılmıştır. Katolik Avrupa, Protestan ve Ortodoks Kuzey Avrupa, Prusya, Baltık ülkeleri ve hatta Karadeniz’in kuzeyine de seferler düzenlemiştir. Keza Ortadoğu’ya yapılan seferlerde İran Horasan cihetine de yayılmak isteseler de başarısız olmuşlardır. Bu seferlerin temel sebebi, yer altı ve üstü kaynakları olarak tükenme noktasına gelmiş Orta ve Güney Avrupa’nın bakir bölgelere-ülkelere yayılmak amacıdır. Bu cümleden olarak Dördüncü Haçlı Seferi’nin (1202-1204) İstanbul’un yağmalanması ile sonuçlanması dikkat çekicidir.
Mezhepler arasındaki ayırımların derinleştiği; tarikatların sosyal-siyasî-ekonomik kamplaşmalara uğrayarak siyasetin elinde silah haline dönüştüğü dönemdir.
12. asırdan itibaren kimlik değiştiren sufi akımlar, devletlere hâkim olarak başlı başlarına siyasi akımlar haline gelmişlerdir. Öncelikle Şia-Hariciler-Batınîler ve Sünnîler arasında başlayan sürtüşmeler çok ciddi kardeş kavgalarına ve kan akmasına sebep olmuşlardır.
Devletlere hâkim olarak dinî esaslı yapılanma özelliğindeki bu hareketler öncelikle Şia, Fatımî, Hasan Sabbah gibi yapılanmalarla ortaya çıkmış; daha sonra tüm tarikatlar düzeyine kadar inmiştir.
İlk sufilerin özellikleri Kur’an’a uygun yaşamak-nefisle mücadele ve siyasetten (devlet işlerinden) uzak durmaktır. Bu yüzden, “Sûfîlik hiçbir şeye sahip olmamak; hiçbir şey tarafından sahip olunmamaktır.” şeklinde tarif edilmiştir. Sufîler ise, “Zatı itibarıyla tek ve yalnız olan kimsedir. Kimse onu kabul etmez, o da kimseyi kabul etmez. (Sadece hak ile meşgul olur.) Allah’ın zatını birleyendir. Allah’tan işaretler getirendir.”
Keza İbn-i Sa’d (777-845) “Tabakât-ül-kübrâ” adlı eserinde sufilere hitapla, “Ondan (makam-yöneticilik) sakın! O vebali büyük bir görevdir ve sana kıyamet gününde pişmanlık ve utanç getirir.”
Onuncu asırdan sonra, İskenderiye Okulu üzerinden Yunan Felsefesi ile karşılaşan (etkilenen) sufilerde kulüpleşme başlamış; zaman içerisinde tamamen sosyal kulüpler haine gelmişlerdir. Tarikatlar olarak statü oluşturan bu yapılar; zaman içerisinde İslâm’ın temel inançları ve ilkeleri ile de çelişir hale gelmişlerdir. Onuncu ve on ikinci asır arasında sufizm birbirinden farklı iki kol halinde gelişmiştir.
Horasan sufileri, Allah – Peygamber aşkını, kulun (kendilerinin) değersiz olduklarını ön gören Melametiliği esas almıştır. Onlara göre devlet, Nizam-ı Âlem ve İla-yı Kelimetullah’ın yayılması ile görevli bir kurumdur. Melametîler de onun hizmetkârlarıdır. Yesevîlik, Bektaşîlik, Cavlakıyye hep bu esas üzerine var olmuşlardır. Batıya akış sırasında devlete bakışlarında ve inanç dünyalarında değişiklik olmamıştır.
Buna karşılık, aynı kökten gelen Nakşibendîlik Batıya akış sırasında, İran’dan ve Yakındoğu’daki dini-siyasî akımlardan etkilenerek zaman içerisinde tamamen siyasî akımlar haline gelmişlerdir. Sonuçta Kuruluşundan farklı bir noktaya gelmiştir.
Türk Müslümanlığı, dinî görünümlü siyaset amaçlı dini gruplarla mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Arap ve Fars sufileri ise, devletlere yamanarak gerçek çizgilerini kaybetmişlerdir.
Büyük Selçuklular zamanında, Hasan Sabbah-Fatımîler ve hatta Abbasî merkezli dini akımların hepsi ile mücadele edilmiştir. Anadolu Selçukluları dönemi, bir yandan Ahi Evran-Mevlana çekişmesine şahit olmuştur.
Osmanlı döneminde ise, başlangıçta Yesevî Dervişleri-Horasan Erenleri devletin hizmetinde olup, aktif görev almaktansa manevi iklimin inşasında rol oynamışlardır. Aynı dönemde İran kaynaklı Hurufîlik ve diğer siyasetle uğraşan ehlisünnet tarikatlar da dikkatleri çekmiştir. Bunlardan üzerinde özellikle durulması gerekenler, Hurufîlik, Nakşibendiliğin Halidiye kolu (Kürt Nakşibendiliği) ve Bektaşiliktir.
Hurufîlik, İranlı Fazlullah-ı Esterebadî (1340-1394) tarafından kurulmuş bir tarikattır. Başlangıçta, “sufî-vahdeti vücut” çizgisinde de olmasına karşılık, zamanla Allahlık iddiasına kadar değişmiş; en son Timur’un oğlu Miran Şah tarafından boynu vurularak idam edildi..
Halifelerinin Orta Asya, Hindistan, Orta Doğu ve Anadolu’ya dağıldıkları bilinmektedir.
Hurûfîliğin Anadolu’ya gelmesini sağlayanlar, İmâdüddin Nesimî ve Ali el-Âlâ’dır. Bu iki halife sayesinde Hurûfîlik Anadolu’da iki ayrı koldan yayılmıştır. Bunlardan birincisi daha çok halk şairlerinin okuduğu coşkun şiirler sayesinde gerçekleşirken, ikincisi daha kitabî bir yolla Fazlullah’ın eserlerinin Anadolu’ya getirilip tercüme edilmesi sayesinde gerçekleşmiştir.
Nesimî, Anadolu’da dolaşmış ve onun fikirlerini yaydığı için idam edilmiştir. Hurufiliğin Batı Anadolu ve Balkanlarda yayılması Bektaşîlik üzerinden olmuştur. Fazlullah’ın halifesi olup; Hacı Bektaşî Veli tekkesine girmiştir. Halen dahi, Alevî-Bektaşî gruplarındaki bir çok ritüellerde, inançlarda ve uygulamalarda Hurufîliğin izlerine rastlanılmaktadır.
Yeniçeri Ocağının Bektaşî olması hasebiyle merkeze ulaşan Hurufîler, Fatih zamanında “devlet içinde devlet-paralel yapı?” konumuna ulaşmışlardır. Bu özellikleri ile günümüz FETÖ’ye benzemektedirler.
Fatih’in emriyle toplatılıp yargılanmışlar ve Edirne’de meydan çok büyük bir ateşe atılarak yakılmışlardır.
Günümüzde belirli bir Hurufî grubun varlığından söz edilmesi zordur. Ancak, Bektaşî-Alevî gruplarda ritüelleri yaşarken; sanat- edebiyat dallarında vermiş oldukları eserler yaşamaya devam etmektedir.
Devam edeceğiz.