Nerede Bu Derin Devlet? XVII
Ancak bu sözün ne kadar uygulandığı tartışmalıdır. Hele ki mevcut siyasetçilerimiz itibarıyla… Tüm siyâsî parti başkanlarımız hakkında etnik aidiyet konusunda değişik ithamlar yapılmakta, -birisi hariç- hiçbirisi bu iddialara cevap verememektedir.
Meclisimizde, üst bürokrasimizde, hükümetlerimizde, hatta TSK’de etnik lobiler son derece etkindirler. Düşününüz ki, bu devlette meclis başkanlığı, devlet başkanlığı danışma kurulu üyeliği, bakanlık yapmış birileri, “etnik dilleri analarından öğrendiklerini” rahatça açıklamakta ve kimse yorum yapmamakta/sorgulamamaktadır. Boşo Efendi’nin torunları (!) çoğunluğa yakındır. Devlet adamlarımız ve siyâsîlerimiz gittikleri yabancı ülkelerde, milli kimlik ve temsil görevlerini göz ardı ederek, “etnik kimlik”lerini ortaya koymaktadırlar. Meclisteki etnik grupların temsil sayı/oranlarına baktığımızda, -bu gidişle- “Türkleri koruma kanunu”ndan(!) bahsedilmesi gerekli olabilir. (Bu konu son derece kritik olduğundan bu kadarla yetineceğim.)
Son elli yıllık dönemde verdikleri siyâsî mücadelenin yetersiz kaldığını anlayan radikal İslâmî gruplar, eksik olan siyaset bilimi, sosyal psikoloji ve toplum mühendisliği yönlerini tamamlayacak kaynaklara dayanmışlar ve gerekli temas-izinlerden sonra, devletin temel dayanaklarını hedef alan çalışmalara girmişlerdir. Bu çalışmalar, Henze’nin tarif ettiği temel dayanakların yanında, kendi akademik kadrolarını ve sermaye gruplarını yaratmak olmuştur.
Demokrasinin temeli olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesi yok edilmiştir. Yasama-yürütme-yargı ve demokrasinin dördüncü faktörü olan basın, tamamen kontrol altına alınmıştır. Bu işlemlerin sosyolojik tarifi, “demokrasiden despotizme ve monarşiye” kayıştır.
Ek olarak, milli devletin kurucusu ve en büyük savunucusu olan TSK’nın geleneksel yapısı yok edilirken, milli devletin can damarları ve hafızası olan özel birimlerin arşivleri yabancı ülkelere sunulmuştur. Bir takım gayrı milli unsurlar, devletin kendilerine verdiği makam ve imkânları, devlete karşı kullanmışlardır.
Derin devletin asli unsurları olan kurumlar siyasallaşmış; güçlerini, tecrübelerini ve bilgilerini siyâsî iktidarların emrine tahsis etmişlerdir. Artık 1997 tarihli MASK’den vazgeçilmiştir. Yerini “Oslo görüşmeleri” ve “açılım” almıştır. Sonuçta ayrılıkçı hareketin temsilcileri Meclis’te konuşur olmuşlardır. Devlet yöneticileri ve siyâsîler, -fırıldak gibi dönerek- dün ak dediklerine bu gün kara demekte beis görmemektedirler. Oslo’da pazarlık yapanlar için bugün HDP ile PKK’yı aynı kefede görmek ve muarızlarına suçlamak yapmak normaldir.
Hafızası en güçlü kuruluşlarımızdan olan Dış İşleri Bakanlığını yürüten tek kişi başkandır ve İsveç örneğinde olduğu gibi, kararları gelgitler arasındadır. MİT, başkanlığın özel istihbarat kuruluşu haline getirilmiştir ve bir zamanlar Edgar Hoover’in yürüttüğü çalışmaları örnek almıştır.
POTEMYA’lı başkanın döneminde yaşanan bu olaylar, İSLAMKÖY’lü Cumhurbaşkanının, “Verdimse ben verdim” anlayışından çok daha öte ve vahimdir. Siyâsî kadrolarımızda ve liderlerimizin çoğunluğunda aidiyet sorunu yaşanmaktadır. Düşününüz ki, geçmişte Halaçoğlu’nun yaptığı bir çalışmada bakanlar kurulunda sadece üç kişinin Türk kökenli olduğu saptanmıştı. Zira, devletin temelleri yıkılmakta, geleceğimiz karartılmaktadır.
Şüphesiz, eski bir Atasözümüzde söylendiği gibi, “Taç giyen baş akıllanır”. Ancak, Türkiye, 1980’den beri “devlet umuru görmüş” kadroların da tasfiye edilmesi sonucu “acemi” (yetersiz veya art niyetli) politikacıların ilkokulu konumuna itilmiştir. (Tabii ki bu tespitimiz, iyi niyetli oldukları varsayımına dayanmaktadır.)
Kısacası Türkiye Cumhuriyeti devleti, basiretsiz, aidiyet sorunu yaşayan ve devlet umuruna yabancı kadroların elinde kalmıştır. Bu durum, “NEREDE BU DERİN DEVLET?” sorusuna yol açmaktadır.
Yazıktır ki, artık derin devletin uygulayıcıları tartışılmaya başlanılmıştır. TSK, Genelkurmay başkanlığı, MİT, dış işleri, iç işleri kendilerine verilen emri uygulayan sıradan kurumlar haline dönüştürülmüştür.
Devam edeceğiz…