Teo-stratejiler ve Türkiye: II
Fransızca’ya “misyon” olarak geçmiş; “bir kimseye, bir şey yapmak için verilen özel görev” anlamındadır. Daha özelde ise, “dinî bir teşkilat kurarak, din propagandası yaparak, insanları o dine bağlamaktır”. Halen dünyada en yaygın olarak Hıristiyanlıkla özdeşleşmiş ve siyasi literatüre “Hıristiyan-misyoner” olarak yerleşmiştir.
Misyonerliğin tarihi insanlığın inançları tarihiyle başlamıştır. Her toplum inandığı Tanrı’yı(ları) diğer toplumlara kabul ettirmek için gayret sarfetmiştir. Bu misyon ve misyonerliğin başlangıcıdır. Her toplumun kendisine ait olan Tanrı inancı, milli kimliklerin oluşmasında önemli bir etkiye sahiptir. Evrensel olan semavi dinlerde dahi bu husus sabittir. “(Allah’ın emirlerini) onlara açıklasın diye her elçiyi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik.” (İbrahim 4)
Günümüzde semavi dinler olarak kabul edilen Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Musevîlik de bu genel kuraldan istisna değildirler. Karay, Aşkenaz, Sefarad Musevîleri ile Kabala mistikleri arasındaki fark, temel kabullerin milli yorumlarına bağlıdır. Keza, Avrupa, Asya ve Amerika Hıristiyanlıkları da toplumların kültürlerinin aksetmesi sonucu farklılıklar gösterir. MS 325’teki İznik Konsülü, Eski Yunan ve Roma kültürlerinin (inançlarının) Hıristiyanlığa resmen hakim olduğu dönemdir.
Değişik İslam ülkelerinde görülen farklı yorumların ve mezhep-tarikatların kaynağı da keza, toplumların kendi kültürlerinden kaynaklanmaktadır. Örnek olarak, Arap ve Fars toplumlarında Allah inancı kullarını ahrette refah ve seksle ödüllendiren özellikte iken, Türk Müslümanlığında, -cennet ve cehenneme inanmakla birlikte- ödül ve refahtan ziyade aşk ve teslimiyet esaslıdır. Cennet ve cehenneme gitmek Tanrı’nın bileceği iştir. Kul, ancak, Tanrı’ya teslim olmakla ve görevlerini yapmakla “KEMALe” ulaşır. Arap Müslümanlığı’nda cahiliye döneminden kalma kabile kültürü o kadar etken olmuştur ki, Peygamber Efendimizin defni yapılmadan sahabesi menfaat kavgasına başlamış; izleyen dönemlerde ilk 5 halifeden 4’ü ve Peygamberimizin torunları ve onların çocukları katledilmiştir. Kur’an’ın yapraklarını mızrakların ucuna takanlar Hıristiyan veya Yahudi değil, Arap Müslümanlardır. En acısı da büyük kısmı sahabedendirler.
Benzer şekilde, tarihte görülen din ve mezhep çatışmalarının temel sebebi, toplumların kendi kimliklerini ve menfaatlerini savunmadır. Orta çağ Avrupa’sında birbirlerini çarmıha gerip ateşte yakan mezhep savaşlarının veya İstanbul’da ve Yakın Doğu’da binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan Haçlı seferlerinin temel sebebi, toplumların inançlarından önce menfaatleridir.
Başlangıçta, -hangi dinden olursa olsun- samimi inananlar tarafından yürütülen misyoner hareketlerine karşılık, devletlerin dinleri yaymak gibi bir amacı olmamıştır. Arapların Türkistan’da ve diğer ülkelerde yaptıkları katliamların, Batı Türklüğünün Anadolu ve Balkanlardaki hareketlerinde ideolojik yorumların aksine, “İslâm’ı yaymak - İlay-ı Kelimetullah” kavgası yoktur. “Nizam-ı Alem” ve “Kızıl Elma” ülküleri Türk milli kültüründen gelen dinî kılıf giydirilmiş hedeflerdir. Zira bu hareketler, inançları yaymaktan ziyade toprak ve maddi kazanç amaçlıdır. Örnek olarak, Türk-İslâm medeniyetinin doruklarda olduğu 16. Asırda Balkanlar’da toplam 3.000 ihtida, 1486-1583 yılları arasında Trabzon’da toplam 10 ihtidâ[1]¸ 1700-1770 arasında 262 ihtida; Amasya-Tokat’ta 1624-1738 arasında sadece 35 ihtida; Bursa’da 1472’den 1909’a 835 ihtidâ olayının tespit edilebilmiş olması bu görüşümüzün kanıtıdır.[2] Kaldı ki bu olayların büyük kısmı, Osmanlı bürokrasisinde bulunan gayrimüslimlerin ağır vergilerden kaçması amacına yöneliktir.
Hıristiyan-Misyonerler
Tarih boyunca Batı kökenli misyonerlerin temel amacı Yakın Doğu, Asya, Amerika ve Afrika’daki yer altı ve yer üstü zenginlikleri olmuştur. Kenya'nın ilk Başbakanı Jomo Kenyatta, “Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyazların olmuştu.” ifadesi ile vurgulamıştı. Sırf bu ifade bile Misyonerliğin arka plandaki temel amaçlarını anlatmak için yeterlidir.
Ülkemiz ve Güney-Doğu Asya için durum bundan farklı değildir.
Müslümanlık’ta ve Hıristiyanlık’ta geçmiş asırlarda yaşanan mezhep savaşları da gerçekte inanç bahanesi ardında hanedanların ve/veya devletlerin menfaatleri içindir. Orta Doğu’yu ve Türk ülkelerini hedef alan misyonerlerin temel amacı yer altı-üstü zenginlikleridir. Diğer ülkelerdekinden yegane farkı, İslam’ın Hıristiyanlığa şiddetle karşı çıkması ve Türk milli yapısındaki Tanrı kabulüdür. Kur’an’ın ve gerçek İncil’in sahibi olan Yüce Yaratan’ın yerine “ZAMPARA ZEUS KILIKLI TANRI” inancı kabul edilmediğinden, Hıristiyan Müslüman mücadelesi farklı seyretmiştir.
Bu açıdan baktığımızda:
Orta Çağ Avrupa’sı için çok büyük önem taşıyan İpek yolu, -Ural dağlarını aşmakta zorlandığından Hazar Denizi’nin güneyinde iki kola ayrılmakta; birisi Anadolu üzerinden devam etmekte iken diğeri Doğu Akdeniz’e ulaşmaktadır. Anadolu’ya gelen hat, Doğu Ege kıyıları veya İstanbul üzerinden Avrupa’ya gitmektedir. Söz konusu topraklar tamamen Türklerin (Müslümanların) hâkimiyet sahalarıdır. 1500’lü yıllarda gelişen Deniz taşımacılığı, yolun çok uzaması nedeniyle, Orta Doğu’nun jeopolitik önemini azaltamamıştır. 19. yy’da aşılan Süveyş Kanalı ise bölgenin önemini daha da artırmıştır.
Paralelinde, Doğu Akdeniz adaları (bilhassa Kıbrıs ve Rodos) stratejik önemlerini devam ettirmişlerdir.
1095-1291 arasında gerçekleşen Haçlı Seferleri (9 büyük, sayısız küçük sefer) görünüşte Müslümanlara karşı (?) yapılmış olmasına karşılık, bölgedeki zengin Hıristiyan şehirler (devletler) de yağma ve talana uğramışlardır. Hatta diyebiliriz ki İstanbul (Bizans) tarihindeki en büyük yağma-talan Haçlılar tarafından yapılmıştır.
Bu sebepledir ki, birçok yerde “HAÇLILAR YERİNE, MÜSLÜMAN SARIĞI” tercih edilir olmuştur. Türk-İslam Medeniyetinin her sahada yükseldiği bu dönem 16. asra kadar sürmüştür. Bu dönem, Avrupa’nın (Haçlı dünyasının) “Türk” deyince Müslüman anladığı dönemdir. Sayısız kereler kendi topraklarında ve etki sahalarında hezimete uğradıkları dönemdir.
Ancak 1500’lü yıllar Türk asrı olarak bilinmesine karşılık, her sahada yıkımla sonuçlanacak hataların yapıldığı dönemdir.
Misyonerlik çalışmaları da yeni stratejileri ile tekrar gündeme gelmiştir.
Devam edeceğiz.
[1] Kenan İnan, “Trabzon’da ihtida olayları”, Trabzon Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Trabzon Belediyesi Kültür Yayınları, 2. Baskı, Trabzon, 2000, s 245-252.
[2] Osman Çetin, “Sicillere Göre Bursa’da İhtida Hareketleri ve Sosyal Sonuçları (1472-1909),” Doktora tezi, (1994) s 34-35.