Teo-stratejiler ve Türkiye: III
Hıristiyan-Misyonerler
Selçuklular zamanında başlayan Haçlı Seferleri sırasında, Emperyalist Avrupa Stratejisi, silahlı mücadeleyi esas almış ancak başarılı olamamıştır. Türk-İslâm Medeniyetinin parladığı 14-16. asırlarda ise, -savaşların dışında ciddi bir Türk Devletlerine karşı dini bir yıkma hareketi olmamıştır.
Hemen belirtelim ki: yaklaşık 300 yılı kapsayan bu dönemde Osmanlı’yı yıkmak isteyen Haçlı misyonu, Doğu’dan gelen Türk asıllı devlet ve beyliklerle iş birliği içinde olma gayretindedir. Ancak bu çalışmalar da yeterince başarılı sonuçlar vermemiştir.
Söz konusu 300yıllık dönemde Osmanlı 400 çadırlık beylikten cihan devletine evrilirken, tüm tebaya ADALETİ GETİRMİŞ ve fakat dini inançlarına müdahale etmediği gibi tamamen serbest bırakmıştır.
Bu tutum, EMPERYAL BİR DEVLET OLMA DOĞRULTUSUNDA YÜRÜYEN OSMANLI İÇİN CİDDİ BİR HATA OLMUŞTUR. Zira dini kimliğini koruyan Hıristiyan ve Musevi teba, Türkleşmemiş; aksine gerileme ve yıkım dönemlerinde dini ve etnik milliyetçi kimliğe sarılarak ayrılıkçı hareketlere kalkışmışlardır.
Her ne kadar 16. yy için Türk Asrı ifadesi kullanılıyor olsa da, Osmanlı için sıkıntıların başladığı dönemdir. Büyük bir askerî deha olarak yorumlayabileceğimiz Yavuz Sultan Selim döneminde gerçekleşen siyasi olayların sonucu, günümüz Türkiye’si için, “ayrılıkçı Kürt hareketi”, “Sünni-alevî ayrışması” ve “üniversitelerin pozitif bilimlerden uzaklaşması-Eş’arîleşmesi” olmuştur.
Kanunî Sultan Süleyman döneminde başlayan “Harem’in devlet işlerine karışması” ve “Kapitülasyonlar” halen dahi devam ecen sıkıntıların başlangıcıdır. Konumuz itibarıyla kapitülasyonlar, Hıristiyan misyonerlerin Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde çalışmalarının ilk adımı olmuştur. Hemen belirtelim Kanunî döneminde Avrupa’daki Protestan hareketlerin desteklenerek Haçlı birliğinin bozulması ne kadar doğru ise, 3 Temmuz 1910 tarihli “Kiliseler (Birliği) Kanunu ile Balkanlarda Hıristiyanlar arasında dini birliktelik sağlanması” da o derece yanlış bir strateji olmuştur.
Kapitülasyonlar, ekonomik anlamda, Cumhuriyet dönemine kadar devletimizin başına bela olmasının yanında, yabancılara tanınan din ve ayin serbestliğine bağlı olarak, misyonerlerin Osmanlı memleketlerine gelmelerine yol açmıştır. İlk kez 1583 yılında İstanbul’a gelen, Cizvitler misyonerleri, 1626 tarihinde İstanbul’a gelen üç kişilik Kapucin misyoner heyeti izlemiştir. Ardından Fransisken, Dominiken ve Frerler Türkiye’ye gelmişlerdir. Tüm bu tarikatların çalışma sahaları, okul-hastane ve kiliseden oluşmuştur.
Kuruluş ve esas amaç olarak “Hıristiyanlığı yaymak” tezine dayanan misyonerlik, Osmanlı’da ve Türkiye’de başarısız olmuştur. Sebebi, asırlardır devam eden DİNİ GÖRÜNÜMLÜ SAVAŞLARDA, “GAVUR’A KARŞI, TÜRK=MÜSLÜMAN” savının kuvvetlenmesi ve daha önemlisi Hıristiyanlığın üçlü tanrı inancının (teslis), milletimizin binlerce yıldır inandığı tek Tanrı ile uyuşmamasıdır. Zira, “TÜRK’ün inandığı TANRI, TÖREYE AYKIRI İŞ YAPMAZ.”
18. asırdan itibaren Osmanlı’daki misyonerler, adam ve ajan devşirme amacı ile çalışmakta ve ayrılıkçı hareketleri desteklemektedirler. Osmanlı’nın son dönemlerinde eğitim amaçlı görülen kurumlarda azınlıkları eğiterek “beşinci kol ve devamında gayri nizami harp” uygulamışlardır.
İlk kez 1800’lü yılların başında ülkemize gelen Amerikalı Evanjelist misyonerler çok daha etkin roller oynamıştır. Evanjelistler, Musevilerle beraber hareket ederek Orta doğu jeopolitiğinde önemli roller oynamışlardır. Ancak bu birliktelik inanç bazında anlaşılmaz çelişkiler içermektedir.
Hz. İsa’ya isnat edilen suç, devlete ihanettir. Mahkemeyi yapan ve kararı verenler Yahudilerdir. Kararın infazı için yetkili olan bölgedeki Roma valisi Pontius Pilatus, kararı infaz etmek istemez. Bunun üzerine hahamlar baskı yaparak kendileri için risk gördükleri Hz. İsa’yı çarmıha gerdirirler. Açıkçası Hz. İsa’nın katilleri Yahudilerdir. Sonraları bu hatalarını örtmek için göğe yükselme ve tekrar gelme tezini ileri sürerler.
Kısacası Hıristiyanlar, peygamberlerini öldüren Yahudilerle el ele verip Müslümanlara (Türklere) saldırmaktalar.
…..
Ermeniler için ilk misyoner okulu, İstanbul’da 1834’de açılmıştır. 1852’de Harput’ta, 1854’de Kayseri’de, izleyen yıllarda Trabzon, İzmir, Bursa ve Merzifon’da okullar açan misyonerler;, 1863’de Robert Koleji’ni, ardından Amerikan Kız Koleji’ni açmışlardır.
19. yy sonlarına gelindiğinde Türkiye’deki misyonerlerin sayıları, okulları ve öğrencileri patlama yapmıştır. 1893 yılında, Türkiye’deki misyoner sayısı 1317’dir. Aynı yıl Türkiye’de 5 kolej 530 ilkokul-4085 öğrenci bulunmaktadır. 1897’de toplam 624 okul, 27.400 öğrencidir. 20. yüzyılın başlarında ise, Türkiye üzerinde; 209 yabancı misyoner, 1299 yerli çalışan, 163 Kilise, 15.348 üye, 450 okul ve 25.922 öğrenci bulunuyordu.
Bu öğrencilerin çoğunluğu gayri Müslim azınlıklardır. I. Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı sırasında çetecilik yapmışlardır.
Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte Türkiye’deki tüm öğretim kurumları tek merkezde toplanarak çok başlılık sonlandırılmış ve devletin kontrolüne geçmişlerdir. Ancak İnönü ve DP döneminden sonra bazı okullar yeniden açılmışlardır. İkinci Dünya Savaşı ve NATO’ya girmemizden sonra misyoner faaliyetlerde yetiştirilen elemanlar devlet bürokrasisi içinde yer almaya başlamışlardır.
Bu şartlar altında iken tespitimiz: Misyonerlik çalışmaları, her ne kadar din adına imiş gibi görünse de artık sadece jeopolitik ve milli güvenlik açılarından önem taşımaktadır.
Dindar olduğunu ifade eden siyasi yönetim, -maalesef- verdiği tavizlerle bu tehlikenin daha da büyümesine sebep olmaktadır.
Devam edeceğiz.