Teo-stratejiler ve Türkiye: IV

İstiklal Savaşımız ve Cumhuriyet tarihimiz boyunca misyonerlik her zaman bulunmakla birlikte, Vatan müdafaasına bizzat katılan Papa Eftim’in başında olduğu Türk Ortodoks Kilisesi, misyoner görünümlü batılı ajanlara karşı ciddi bir kalkan oluşturmuşlardır.

Cumhuriyet dönemindeki misyonerlik çalışmalarını temel olarak üç ana devreye ayırmak mümkündür: Atatürk Dönemi, 1938-2003 Dönemi ve AKP Dönemi.

Atatürk Dönemi, millî dönemdir. Osmanlı’dan kalan kapitülasyonların kaldırıldığı, Osmanlı’dan kalan borçların ödendiği, her türlü gayri milli ve ayrılıkçı hareketlerin- laikliğe aykırı akımların önlendiği dönem olmuştur. O kadar ki devletin temel yapısına uymayan kişilerin toplandığı yer durumuna gelen Türk Ocakları bile kapatılmıştır.  Ek olarak, “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” ve yeni sağlık mevzuatı ile misyoner hastaneleri de kontrol altına alınmıştır.

Dahası Rum Ortodoks patrikhanesi Türkiye’den çıkarılması amaçlanmıştır. Atatürk, Patrikhane ile ilgili şunları söylemiştir: “Lakin bir fesat ve hıyanet ocağı bulunan, memlekette nifak ve şikak tohumu saçan, Hristiyan hemşerilerimizin huzur ve refahı için de uğursuzluk ve felaket sebebi olan Rum Patrikhanesini artık topraklarımız üzerinde bırakamayız. Bu tehlikeli teşkilatı memleketimizde muhafazaya bizi mecbur etmek için ne gibi vesile ve sebepler gösterilebilir? Türkiye’nin Rum Patrikhanesi için arazisi üzerinde bir sığınak göstermeye ne mecburiyeti var? Bu fesat ocağının hakiki yeri Yunanistan değil midir?” Bu şartlar altında iken Hıristiyan-Musevi din adamları yönetiminde olan KİLİSELER ve SİNAGOGLAR, KAYMAKAMLIKLARA BAĞLI KURUMLAR HALİNE İNDİRGENMİŞLERDİR. (Diyanet görevlileri ile aynı konum)

Bu cümleden olarak, Atatürk zamanında, “Fener Rum Ortadoks patriğinin Türkiye’de doğmuş” olması şart kabul edilmiştir. Bu şart, ABD Başpiskoposu Yunan kökenli Athenagoras’ın Türk vatandaşı olmadığı halde 1948 yılında Patrik yapılması ile kaldırılmıştır.

Türk vatandaşı olmadığı halde Athenagoras ilk icraat olarak, Türk makamlarından izin almadan yedi olan metropolit sayısını yirmiye çıkarmış; Atina Kilisesi’nin izni ile Girne ve Aynaroz’u manevi nüfuzu altına almıştır.  

İnönü döneminde başlayan Batı bloku ile KONTROLSÜZ yakınlaşma; 1952’de NATO’ya girişimizle daha da hızlanmıştır. Bu dönemde, Atatürk ilkelerine karşı çıkan dinî akımlara verilen tavizlerden, misyonerler de yararlanmıştır. Rum Ortodoks Kilisesi yasal konumundan çıkarak “ekümenik” sıfatını kazanmaya çalışmıştır.

6-7 Eylül 1955 olayları ile Hıristiyan Rumların hareketlerinde kısıtlamalar ve Yunanistan göç olmasına karşılık, NATO-ABD etiketli çalışmalar devam etmiştir.

1960 İhtilali, sosyal olarak bir devrim kabul edilse bile, arka planında yabancı örgütlerin planlamalarının bulunduğu bir gerçektir.

1960 devriminin temelinde, Türkiye’nin NATO’da aradığını bulamaması- aldatılması bulunmaktadır. 1954 yılında 7/10 kuralının ihlal edilmesi ve NATO-ABD’den beklenen yardımların alınamaması, Türk Dış politikasında  “tüm yumurtaların tek sepete konmaması” fikrini doğurmuştur. (Bu gelişmede, yaklaşık 30 yıl Sovyetler Birliği’ni yöneten ve Türk Rus ilişkilerinin bozulmasına sebep olan Stalin’in 1953’teki ölümü de önemli bir paya sahiptir.)

1954 yılında başlayan ve 1960’da karşılıklı üst düzey ziyaretlerle gelişecek olan Sovyetler-Türkiye ilişkileri NATO-ABD’yi ürkütmüştür. Nitekim TSK içerisinde ilk ihtilalci komitelerin kuruluşu da 1954 yılında olmuştur.

TSK içerisindeki ihtilalci komite NATO çerçevesinde eğitim görmüş 2 grup olarak yorumlayabileceğimiz subaylardan oluşmuştur: Türkeş ve Madanoğlu grupları..

Türkeş ve arkadaşları ABD’de eğitim görmüşlerdir. Madanoğlu taraftarları ise İngiltere ile yakınlık içerisindedirler.

27 Mayıs’tan hemen sonra Başbakanlık Müsteşarı olan Türkeş’in, bakanlıklarda ve TSK içerisindeki ABD irtibat-danışmanlık bürolarını kapattırması; ABD’nin karşı tavır almasına ve İngiliz destekli Madanoğlu grubunun önünü açmasına yol açmıştır. Yakın dönem tarihçileri 13 Kasım Olayı’ndan ABD’nin haberdar olduğu; İngiliz servisinin faaliyetleri karşısında sessiz kaldığı yönünde hem fikirdir. Hemen belirtelim, İstiklal Savaşı öncesinde İnönü’nün “İngiliz mandası” taraftarı olması; Madanoğlu’nun iktidarı hemen CHP’ye devretmek DÜŞÜNCESİ de OLSA OLSA (!) TESADÜFLERLE AÇIKLANABİLİR.

En üst düzeyde politik değişimlerin yaşandığı ve devletin yetiştirilmiş kadrolar tarafından yönlendirildiği bu dönemde, Hıristiyan misyonerler, geleceğin idarecilerini yetiştirmek için adam devşirme faaliyetlerine devam etmişlerdir.

1950-60 döneminde Demokrat Parti iktidarı oy kazanmak için, dini gruplara (tarikat-cemaat) oldukça tavizkar davranmıştır. Hatta denebilir ki, Devlet hayatından tarikatların izini kazıyan, alternatif devlet (devlet içinde devlet) peşinde olan Hurufilik ve (son dönemlerde) Bektaşilik gibi dini grupları yok etme noktasına getiren Osmanlı’nın yerine; siyasî İslâm’ın temsilcisi olan tarikat ve cemaatlerin  önünü açmıştır.

Açılan bu illegal yolda gelişen dinî gruplar aradan 15 yıl geçmeden siyaset sahnesinde boy gösterip siyasî İslâm’ın sözcüsü olmuşlardır.

Fransa’da başlayan 1968 gençlik hareketinin ülkemize de sıçramasıyla yaklaşık15 yıl süren bir iç savaş(?) ortamı yaşayan ülkemizde dikkati çeken hususların başında, NATO-ABD’nin aşırı solun destekçisi olan Sovyetler Birliği’ne karşı tutumunu devam ettirmesidir.

1968-1983 yılları arasında her türlü dinî gruplar fiili mücadeleden kaçarken; görev milliyetçilere fatura edilmiştir.

Ancak…

Çok az dikkatleri çeken ve çok az bahsedilen bir husus bulunmaktadır.

1968 ve sonrasında fiili mücadeleyi yürüten sol teorisyenler ve elebaşıları içerisinde Hıristiyanlıktan dönmeler ve etnik özürlülerin oranı oldukça yüksektir. Keza İslâmî sağ grupların içindekilerde de “kendisini Türk hissedemeyenler” çoğunluktadır.

1980 sonrası yeniden demokratik sisteme dönüldüğünde, misyonerlerin yetiştirdikleri ve /veya siyasî İslâm’ın temsilcilerinin hakim oldukları bir politik yapı yerleşmiştir.

Devam edeceğiz.

Gelecek yazı: Hadi şu kiliseleri yeniden açalım….