Teo-Stratejiler ve Türkiye: VIII

Şu Bizim Müslümanlar (?)

Son semavî din olarak inandığımız ve kabul ettiğimiz İslâmiyet de bu kuralın dışında değildir. Dahası, Peygamber Efendimizin Arabistan’da yaşamış ve Arapça konuşmuş olması ve dolayısıyla Kur’ân- Kerîm’deki dilin Arapça olması hasebiyle, İslâm’ın Arap kavmine ait olduğunu, diğer Müslüman toplumların ikinci sınıfta bulunduklarını (Mevali) ve asla Araplarla bir tutulamayacaklarını ileri sürerler. Temelinde Arapların kavim asabiyesi bulunmaktadır. Bu mantık, Emevîler döneminde iyice yaygınlaşmış ve İslâm devletine hâkim olmuştur. Karşı çıkanların başında gelen İmam-ı Azam Ebu Hanife, Emevîler tarafından zindanlara atılmış; Abbasiler döneminde yine zindanda zehirletilerek öldürülmüştür. (MS 767)

Kur’an’da geçen her kavime kendi içlerinden elçi gönderilmesi ve kendi dilleriyle tebliğ yapmasından bahseden ayetleri kendilerine dayanak gösterirler:

“Yemin olsun ki biz ‘Allah’a kulluk edin ve azgınlıktan kaçının!’ diye her ümmete bir elçi göndermiştik.” (Nahl 36)

“Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah'ın emirlerini) iyice açıklasın. Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. " (İbrahim 4)

Mevali anlayışı halen dahi devam etmektedir.

Bu ayetlere yapılan Arapçı yorumları gerçekleri yansıtmaktan uzaktır; izaha muhtaçtır.

Öncelikle ayetlerin dili hakkında:

İlahiyatçıların hâlâ açık cevap veremedikleri bir soru vardır: “Cebrail (AS) vahiy getirdiğinde, Peygamber Efendimiz’le konuşarak mı ayetleri bildirmektedir, yoksa özel bir halde kalbî ileti mi söz konusudur?”

Bu sorunun cevabı hâlen dahi kesin olarak bilinmemektedir. Her iki ihtimalin de geçerli olduğunu savunanlar çoğunluktadır.

Vahyin, bir kalbi ileti olduğu yönünde deliller bulunmaktadır.

Zira, sonradan mürted olan (İslâmiyetten dönen) vahiy katiplerin ifadelerinin ifadeleri kalbî ileti olduğu, kelimelerle ifadenin peygamber Efendimiz tarafından gerçekleştirildiği, hatta bazı ifadelerin katipler tarafından söylendiği yönündedir. Mamafih bu iddiaların İslâm kaynaklarına İsrailoğulları tarafından sokulduğu da iddia edilmektedir.

Ancak, hemen belirtelim ki, bu ifadelerin hiç birisi, ayetlerin (ve Kur’ân-ı Kerîm’in) kudsiyetine halel getirmez.

Vahiy katiplerine gelince: İçlerinde İsrail asıllılar, Hıristiyanlar da bulunmaktadır. Mürted olan ilk vahiy katibi Abdullah ibn Sa'di bin Serh hakkında Peygamber Efendimizin verdiği idam kararı Hz. Osman tarafından uygulanmamış; daha sonra affedilmiştir. Zira söz konusu kişi,  Hz. Osman’ın teyzesinin oğlu ve süt kardeşidir. Mürted olduktan sonra Peygamber Efendimiz hakkında, “Ben ne öğretip kendisi için yazdımsa, Muhammed yalnızca onu bilir, başka bir şey bilmez.” “Eğer Muhammed doğruysa ona vahy edilen bana da vahy edildi. Yok, eğer yalancıysa benim dediğimi dedi.” gibi ifadeler kullanmıştır.  

Hz. Osman’ın böyle bir adamı –Peygamber Efendimizin ölüm hükmüne rağmen- koruması Arap asabiyesinin “Asr-ı Saadet”te de sürdüğünün kanıtıdır.

Öte yandan, Peygamber Efendimizin zamanında “mevali” anlayışıma izin verilmemiş; üstünlüğün “takva”da olduğu esas kabul edilmiştir. Başta Selman-ı Farisi ve Bilal-ı Habeşi olmak üzere, Habeşli, İranlı, Hindistanlı, Mısırlı, Kürt sahabeler, Araplarla beraber yaşamışlar hiçbir ayırım yapılmamıştır. Hatta, Bilal-ı Habeşi ilk müezzindir. Selman-ı Farisi Peygamber Efendimizin evine girip çıkan bir kişidir.

İslâmiyette Arap asabiyesini yeniden canlandıran kişi Hz Osman’dır. Emevîler döneminde ise kavmiyetçilik İslâm devletinin temel politikaları arasına girmiştir.

Günümüze kadar gelen bu süreçte, İslâmiyet’in Araplara gönderilen bir din olduğu; diğer Müslümanların ikinci sınıf kabul edildikleri yaygınlaştırılmıştır. Halen dahi, Kutsal topraklardaki cami ve mescidlerde Arap olmayan kişilerin imamete geçirilmemelerinin veya Türkiye’de basılan Kur’ân-ı Kerimlerin dağıtılmasına izin verilmemesinin sebebi budur.

İslâm Devletleri büyüyüp, genişledikçe fıkhî ve imânî kuralların yetersiz kalmasına bağlı olarak Mezhepler ve tarikatlar doğmuştur. Horasan Bağdat, Basra ve Mısır ağırlıklı olan bu gelişmeler; Kur’an-ı Kerim’in yorumu ve Hadis- Sünnette Arap kültürünün etkisinden soyutlanmak noktasında farklılaşmışlardır.

Horasan, dokuzuncu asırdan itibaren, İslâm’ın cazibe merkezi olmuş; İmâm Maturidî, İmâm-ı Azam, Yusuf Hamedânî, Ahmet Yesevî gibi âlimlerin çalışması ile akılcılık, örf-adet ve aşk dinî hayatın içerisinde yerlerini almışlardır.

Bu durum Cüneyd tarafından (ö 909), “Fütüvvet Şam’dadır. Lisan Irak’dadır. Sadakat ve doğruluk Horasan’dadır.”; İbn Yezdenyâr tarafından ise, “Horasan sufilerinde söz yok amel var; Bağdat sufilerinde ise amel yok söz vardır. Basra sufilerinde hem söz hem amel; Mısır sufilerinde ise ne söz ne amel vardır.” ifadeleri ile özetlenmiştir. [i]

Denebilir ki, İslâm’ın Arap olmayan ülkelerde yaygınlaşması Horasan ekolünün sonucudur. En büyük pay da mahalli örf-adeti fıkhın dayanakları arasında yorumlayan İmâm-ı Azam’a aittir. Bu yüzdendir ki Hanefîlik mezhebi Arap olmayan ülkeler arasında yaygın iken; Arap kökenli ülkelerde fazla taraftar bulamamıştır.

İslâm’ın siyasî bir araç olarak kullanımına geçmeden önce, Müslümanlarda milliyet oluşumuna kısaca değinmekte yarar vardır.

Hemen belirtelim İslâm, milliyeti reddetmez. Reddedilen Hz. Osman’ın yaptığı “kavmiyetçilik ve asabiye”dir. Zaten günümüz İslâm Dünyası’nda milliyetten bahsedilecek tek toplum vardır: Türkiye. Belki biraz da İranlılardan bahsedilebilir. Diğerleri bırakın devlet ve millet olmayı, “birleştirici dini kimlik” ten bile uzaktır. Araplar ne milliyettir; ne de dinî devletleri vardır. Halen dahi ayrı ayrı “kabileler federasyonları”dır.[ii]

İslâm Medeniyeti denilen şey Türk İslâm Medeniyetidir. Eğer Türk Milleti olmasaydı, bugün İslâm Alemi Arabistan’ın küçük bir bölgesine sığınmış olurdu.

Ve Eğer Haçlı Seferlerinde kan ve can veren atalarımız olmasaydı, İslâm Alemi, -Avrupa’nın orta çağda yaşadığı mezhep savaşlarının benzerini yaşayarak- birbirlerini yok ederlerdi.

Gerçi hâlâ da tam geçmiş değil.

Devam edeceğiz

 

[i] Himmet Konur, “Horasan’ın İslâm ve Tasavvuf tarihine katkısı”, DEÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi Sayı XXI, 2005, s 3-27.

[ii] Çok uzun bir konudur. Dileyenler, “Devlet”, “21. Yyda Türk Cihan Hakimiyeti’nin Jeopolitiği”, Tarih, İslâm ve Yaşadıklarımız”, “Devlet, Millet, Adalet” isimli kitaplarımızdan yararlanabilirler.