Türkiye’nin Demografisi: XII

Bu tutum, Arapça tabelaların asıldığı, Arapça konuşulduğu ve Arap sosyal yaşantısının devam ettiği mahalleler şeklinde ortaya çıktı. O mahallelerde oturan Türk vatandaşları ya onlara uymak (tabelalarına Arapça ekler yapmak, Arapça öğrenmek gibi), ya da taşınmak zorunda kaldılar.  Sonuç olarak KAÇKINlar, TÜRKLERE BENZEMEKTENSE (adaptasyon), TÜRKLERİ KENDİLERİNE BENZETMEYE BAŞLADILAR.

Kısacası Osmanlı’nın hastalığı, (Atatürk tedavisini göstermiş olmasına rağmen) 21. yüzyılın ilk çeyreğindeki Türkiye’de tekrarladı.

Osmanlı’nın, Selçuklulardan alıp geliştirdiği göç-iskân politikaları, Kuruluş ve yükseliş dönemlerinde olağanüstü başarılıdır. Bu dönemde iskân edilenlerin neredeyse tamamı Türk oymaklarıdır. Her oymak dağıtılmadan, kimlik ve kültürlerini koruyacak şekilde yerleştirilmişlerdir. Ancak iskân edilen Türk oymakları, yerleşik hayata geçtiklerinde, aşiret-kabile yapısını zamanla kaybetmişlerdir. Eleştirilebilecek tek konu, iskân bölgelerindeki etnik kültürlere aşırı saygılı ve koruyucu davranması olabilir.

Duraklama ve gerileme ve yıkılış dönemlerinde ise göç ve iskân politikalarını iki başlık altında değerlendirmek gerekir: Boşaltılan bölgelerden dönenler (mülteciler -  sonradan mübadiller) ve İsyan eden aşiretler…

Osmanlı dönemindeki mülteciler de iki başlık altında toplanmalıdır: Balkanlardan ve Kafkasya’dan ve/veya Kırımdan gelenler.

Balkanlardan gelenlerin tamamı yerleşik hayata geçerek feodal yapılarını kaybedenlerle birlikte, az miktarda da olsa İslâmiyet’i kabul ederek milli yapıya uyum sağlayanlardan oluşmaktadır.

Kırım ve Kafkasya’dan gelenler (Tatarlar, Azerbaycanlılar, Çerkezler ve Dağıstanlılar gibi) ise, genelde eski feodal yapının izlerini hala taşıyan gruplardır. Yerleştirildikleri bölgelerde eski yurtlarındaki özelliklerini devam ettirmişlerdir. Bu grupların milli kimliğe adaptasyonu gerçekleşmekle birlikte etnik özellikleri devam etmektedir.

İsyan eden aşiretler-oymaklar konusuna gelince: Osmanlı’nın en büyük hatalarından birisidir.

Anadolu Selçuklularından beri, merkez-çevre çatışmasının sonucu olan isyanlar, Yavuz zamanında yapılan 1514 tarihli Amasya Antlaşması ile Kürt beylerine verilen imtiyazlardan sonra da devam etmiş; ciddi sorunlar yaratmıştır.  Ancak Osmanlı kuvvetli zamanlarında asilere (çoğunluğu Oğuz-Türkmenlerdir) karşı olabildiğince sert tedbirler almışken; duraklama-gerileme-yıkılma dönemlerindeki isyanlarda mümkün olduğunca yumuşak davranmıştır. Bu dönemde isyan edip idam edilen bey yok denecek kadar azdır. Asi aşiretler başlarında beyleri olduğu halde değişik yerlere iskâna tabi tutularak bölgelerinden uzaklaştırılmışlardır.

Bu uygulamanın iki olumsuz sonucu doğmuştur. Öncelikle: istenen kültürel entegrasyon maalesef sağlanamamıştır. İskân edilen aşiretler, doğu ve güneydoğudaki isyancı geleneklerini ve kapalı aşiret yapılarını korumuşlar; sıkıntıları yeni yerleşim bölgelerine taşımışlardır.

Öte yandan, ne kadar kan dökülmüş olursa olsun kendilerinin affedileceği; hatta beylik-paşalık verileceği hayaline kapılmışlardır. Bu beklenti o kadar yerleşmiştir ki, Cumhuriyet döneminde de isyan eden beyler, affedileceklerini; normal hayatlarına devam edeceklerini ummuşlardır. Şeyh Sait’in. İstiklal Mahkemesi üyesi Ali Saip Ursavaş’a, -idama götürülürken- söylediği, “Hani, mahkemeden sonra Hınıs’ta kuzu yiyecektik” sözünün dayanağı bu inançtır.

Hemen belirtelim benzer uygulamaların yapıldığı isyancı Alevî Türkmen aşiretlerinde de gelişmiştir. Mamafih şunu da kabul etmek gerekir ki Osmanlı Alevî Türkmenlere karşı daha dışlayıcı ve katı davranmıştır.

Alevî Bektaşi Ocağının devletle barışı ancak İstiklal Savaşı’nda Atatürk’ün önderliğinde oluşmuştur.

Cumhuriyet dönemine gelindiğinde…

Cumhurşiyet, Osmanlı’nın devamıdır. İhtilal veya inkılaptan ziyade ıslahat hareketidir[1]. Osmanlı’nın kurumları “ıslah” edilerek devralınmıştır.

Atatürk’ün ıslah ettiği devlet uygulamaları içerisinde “göç ve iskân politikaları”, belki de en belirgin olanlarından biridir.

Cumhuriyetin ilanı ile birlikte, İstiklal Savaşı sırasında hilafet yanlılarının karşı hareketlerine karşı müsamahakar davranan yönetim, akabinde muhalif gruplara karşı sert tedbirler almıştır. Hatta savaş sırasındaki hareketleri ile cezalandırılmayı hak eden çoğu kişiye karşı, sessiz kalmayı tercih etmiştir. Ancak, sessizliği güçsüzlüğe yorumlayan devlet karşıtlarının yeni eylemlerini de ağır şekilde cezalandırmaktan çekinmemiştir. Bazı kişiler tarafından eleştirilen bu tutum zamanın şartları içerisinde zorunlu idi. Şunu unutmamak lazım: Cumhuriyetin ilk yıllarında ağır cezalara çarptırılanlar; geçmişte yaptıkları hatalardan ders almayıp; aynı hataları tekrarlayanlar olmuştur. Şeyh Said’in, “Hınıs’da kuzu yemek”ten bahsetmesi, değişen idari anlayışı kavramaktan çok uzak olduğunun ve Osmanlı’daki gibi kendilerinin kurtulacağına inancının göstergesidir.

Atatürk’ün iskân politikaları da Osmanlı’dan tamamen farklıdır.

İskân edilen hiçbir grubun aşiret bütünlüğünü koruyacak şekilde topluca bir yerlere yerleştirilmesine izin vermemiş; tam aksine ikişer-üçer hane olarak birbirlerinden ayrı yerleşim yerlerine gönderilmişlerdir. Bu nüfus geçen zaman içerisinde “milli kültür”e adapte olmuşlardır. Osmanlı döneminde topluca iskân edilenler ise, etnik özelliklerini ve aşiret kültürlerini bir şekilde korumaktadırlar.

Toplum bilimcilerimiz, fütüristlerimiz, stratejistlerimiz bil cümle aydınlarımız.. yaşananlardan ders almışlardır.

Görünen o ki: yaşananlardan ders almayan/almak istemeyen sadece bir grup insanımız bulunmaktadır. İDARECİLERİMİZ..

Zira,…

Osmanlı’dan ve Atatürk’ten almamız gereken derslerin ışığında günümüz olaylarını yorumlayacak olursak…..

Devam edeceğiz.

 

[1] Kuramsal olarak “ıslahat” devleti oluşturan kurumlardaki eksikliklerin hataların düzeltilmesidir.” Inkılap” ise, bazı kurumların tamamen iptal edilerek yeni kurumların yerleştirilmesidir. “İhtilal” ise, devleti oluşturan kurumların tamamının yenilenmesidir.