Vizyon Kuyumcu

Nerede Bu Derin Devlet? XV

Gündem 21.11.2023 - 00:31, Güncelleme: 21.11.2023 - 00:31
 

Nerede Bu Derin Devlet? XV

Merkezin yabancılaşması sonucu, sosyal, siyasi ve idari hayatımızda oluşan köklü değişiklikler, en fazla bizim milletimizde olmuştur. Merkez-çevre kopukluğu şeklinde başlayan ve bilahare gerçekleşen kanlı çatışmalar, Türk Müslüman anlayışından Eş’arîliğe kayışıyla daha da ciddi boyutlara varmıştır. Bu olay, üst akıl-derin devleti de meşgul etmiştir.

Kapıkullarının hâkimiyetine girerek yabancılaşan merkezin çevre ile çatışması Büyük Selçuklular döneminde başlamış; Anadolu Selçukluları döneminde su yüzüne çıkmış; Osmanlılar döneminde iyice belirgin hale gelmiştir. Daha sonraki dönemlerde tarihçiler-sosyologlar tarafından isyancı Türkmen (19. yy’dan sonra Alevî- olarak anılacaktır) geleneği olarak adlandırılan bu hareketin ilk temsilcileri Babaîler olmuştur. Baba İlyas ve Baba İshak tarafından yürütülen isyan hareketinin görünür sebebi olarak, “Konya’daki sultanın (Anadolu Selçukluları) Kur’an’a aykırı hareketleri ve aşırı vergiler”i ileri sürülmüştür. Osmanlılar döneminde de isyancı gelenek devam ederken, devletlerarası ilişkilerin de etkilemesi ile -o zamana kadar devletin yapılanmasında çok önemli roller üstlenen-Yesevî dervişleri ve Horasan Erenlerinin (Gazi Dervişân) oluşturduğu sosyal yapı gizlilik perdesi arkasına çekilmiş ve yerlerini yozlaşmış tarikatlar ve gayri Türklerin ağırlıkta olduğu diğer dini gruplar almıştır.Bu yapı cumhuriyet dönemine kadar devam etmiştir.   Bir diğer faktör olarak, MS 12. yy’dan itibaren tarikatların dini hüviyetlerinden uzaklaşarak kulüpleşmeleri, sosyal-siyasi ve ekonomik güç haline gelmeleri dikkat çekicidir.   Osmanlılar, kendinden önceki Türk devletlerine göre daha merkeziyetçi bir yapıya sahiptir. Başlangıçta, gazi dervişler, alperenler, aksakallılar saray çevresinde bulunur ve karar mevkilerinde yer alırken; 14. yy’dan itibaren bürokrasisini kendi yetiştirmeyi tercih etmiştir. Bu sebepten dolayı kendi kurumlarından yetişmeyen kimseleri tercih etmemiştir.   Bu noktada, -kanımca Osmanlı Hanedanının en büyük padişahı olan- Fatih Sultan Mehmet döneminden birkaç örnek vermek yerinde olacaktır.   Fâtih, “Dünyada tek imân ve tek saltanat olmalıdır.” düşüncesindedir. Dedesi Çelebi Mehmet’in ifadesini hayata geçirmek arzusundadır: “Saltanat ortaklık kabul etmez. …İki derviş bir kilime sığar, lakin iki padişah bir iklime sığmaz…”   ”Fetih üzerine tebrike gelen ulemaya Fâtih şöyle hitap etti: Konstantiniyye’yi kendi kılıcımla alıp dururın kimsenüzden himmet ve inayet olmamıştır. (İbn Kenal) Gelenler arasında kuşkusuz Şeyh Ak Şemseddîn de vardı. Fâtih’e gücendi, Göynük’e çekildi. Fâtih’in gönderdiği armağanları reddetti.”[1]   Hemen belirtelim ki: Fâtih, -rivayete göre- İstanbul’a girdiğinde genç kızların uzattığı çiçekleri, “Sultan benim ama  (Ak Şemseddîn’i kastederek) O benim hocamdır”ifadesiyle, yönelttiği kişidir.”   Kendi görüşüne karşı çıktığı için tutuklattığı Çandarlı Halil Paşa’yı, 3 yıl zindanda tuttuktan sonra boğduran kişidir. Çandarlı’nın yerine, Sırp Mahmud Paşa’yı, onu da boğdurduktan sonra yerine Rum Mehmed Paşa’yı sadrazam yapan kişidir. İstanbul’un kuşatılmasında Anadolu Beyliklerinden gelen yaklaşık yüz bin askere rağmen (Yirmi beş bini Karamanoğullarından gelmiştir) tarihi belgelere, “Karamanoğlu eşkıyasından yirmi beş bin nefer” kaydettiren kişidir.   Yazıktır ki bu arada merkez-çevre ayrışması artmış, hocalarından Ak Şemseddîn Göynük’e çekilirken, Molla Güranî de bir müddet Kahire’ye gidip Mısır Sultanı Kayıtbay’ın yanında bulunmuştur. Kendi hocalarına karşı böyle katı davranan Fâtih, zamanının FETÖ’sü olan Hurufîler hakkında da ibretlik bir karar vermiş; Edirne meydanında yaktırmıştır. (Batılı-Türk düşmanı kaynaklar, Fâtih’in çok sert-gaddar bir hükümdar olduğunu yazarlar. Keza Bellini de Fâtih’in şeyhlere inanmadığını  yazmıştır.)   Eleştirel anlama gelebilecek bu sözlerden sonra yine de vurgulayalım ki, Fâtih çağının çok ötesinde bir sultandır ve devlet için kendi öz oğlunu da boğdurmaktan çekinmemiştir. (Osmanlı ve Türk Tarihçileri bu konuya pek girmek istemezler.)   Fatih’in esas amacı “merkezi ve güçlü” bir devlet yapısı inşa etmektir. Bunu gerçekleştirmiş ve Osmanlı Beyliğini “Devlet-i Aliyye”ye çevirerek imparatorluğu inşa etmiştir.   Merkez-çevre ayrışması sürecinde, Yeseviyye dervişlerinin ve Horasan Melametîlerinin temsil ettiği Türk Müslümanlığı’ndan uzaklaşılırken, Arap ve Fars etkili tarikatlar (Hurufiler gibi) devlet idaresinde ve sosyal-siyasî hayatta etkili konuma gelmişlerdir.   Ve Türk Devlet yapısında özel bir yeri olan “kurultay-divan”da devşirmeler söz sahibi olmuş; Türk’ün aksakallıları dışlanmış; dağ başlarındaki tekke-zaviyelere çekilmişlerdir.   Giderek dönme devşirmelerin hâkim olduğu merkez, çevrede bulunan ve geleneksel hayat-devlet anlayışını yaşatan, Türkmenlere karşı alabildiğince acımasız davranmıştır.   Çok yakın tarihlere kadar devam eden, “Alevî-Bektaşî köylerinden adli, vakaların çok ender çıkmaları; suç olursa kendilerinin cezalandırmaları” bu yapının sonucudur. Türkmen köylerinde huzurun sağlanması ve suçun cezalandırılması, köyde yapılan toplantılarda alınan kararlarla gerçekleşmiş ve adalete intikal ettirilmemiştir. “Düşkünlük” sosyal düzenin sağlanmasında çok ciddi bir cezalandırma yöntemi olmuştur. Hatta, 20. yy başlarında Toroslarda bir köyde suç işleyen bir kişi, -cemde alınan karar gereğince- kendi oğulları tarafından ağaca bağlanıp yakılarak cezalandırılmıştır.   Askerî yapıda da yabancılaşma imparatorluğun karakteristiği altına girmiş, “Yörük-Türkmen” kökenli askerler dışlanırken, Selçuklular döneminde “paralı askerler”, Osmanlıda ise “pencik” sistemi ile devşirilen kişilerden saray muhafızları oluşturulmuştur. 17. yy sonlarında akıncı ocağının kapatılması, hemen akabinde sipahilerin lağv edilmesi ile askerî yapıyı, 19. yy başlarına kadar temelini devşirmelerin oluşturduğu Osmanlı ordusu “merkez” in gücünü oluşturmuştur. Bu devşirmelerin (yeniçerilerin) sayısı Osmanlı’nın en güçlü zamanında on beş bin dolayında iken, duraklama-gerileme dönemlerinde yüz binleri geçmiştir.   Devlet kapısından dışlanan Türkmen, Dadaloğlu’nun şiirlerinde kimlik bulmuştur:   “Şalvarı şaltak[2] Osmanlı, Eğeri kaltak Osmanlı. Ekende yok biçende yok. Yiyende ortak Osmanlı.”   “Belimizde kılıcımız Kirmanî Taşı deler mızrağımın temreni Hakkımızda devlet etmiş fermanı Ferman padişahın dağlar bizimdir.”   [1] Prof. Dr. Halil İnalcık, Fâtih Sultan Mehemmed Han. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2019, S 213-214. [2]“yaygaracı, bağırıp çağıran, şamatacı, kavgacı, (her şeye) bir sebep / bahane bulan, müfterî, iftira atan, kara çalan, (birisine) suç atan, haksız yere bir başkasını suçlayan”
Merkezin yabancılaşması sonucu, sosyal, siyasi ve idari hayatımızda oluşan köklü değişiklikler, en fazla bizim milletimizde olmuştur. Merkez-çevre kopukluğu şeklinde başlayan ve bilahare gerçekleşen kanlı çatışmalar, Türk Müslüman anlayışından Eş’arîliğe kayışıyla daha da ciddi boyutlara varmıştır. Bu olay, üst akıl-derin devleti de meşgul etmiştir.

Kapıkullarının hâkimiyetine girerek yabancılaşan merkezin çevre ile çatışması Büyük Selçuklular döneminde başlamış; Anadolu Selçukluları döneminde su yüzüne çıkmış; Osmanlılar döneminde iyice belirgin hale gelmiştir. Daha sonraki dönemlerde tarihçiler-sosyologlar tarafından isyancı Türkmen (19. yy’dan sonra Alevî- olarak anılacaktır) geleneği olarak adlandırılan bu hareketin ilk temsilcileri Babaîler olmuştur. Baba İlyas ve Baba İshak tarafından yürütülen isyan hareketinin görünür sebebi olarak, “Konya’daki sultanın (Anadolu Selçukluları) Kur’an’a aykırı hareketleri ve aşırı vergiler”i ileri sürülmüştür. Osmanlılar döneminde de isyancı gelenek devam ederken, devletlerarası ilişkilerin de etkilemesi ile -o zamana kadar devletin yapılanmasında çok önemli roller üstlenen-Yesevî dervişleri ve Horasan Erenlerinin (Gazi Dervişân) oluşturduğu sosyal yapı gizlilik perdesi arkasına çekilmiş ve yerlerini yozlaşmış tarikatlar ve gayri Türklerin ağırlıkta olduğu diğer dini gruplar almıştır.Bu yapı cumhuriyet dönemine kadar devam etmiştir.

 

Bir diğer faktör olarak, MS 12. yy’dan itibaren tarikatların dini hüviyetlerinden uzaklaşarak kulüpleşmeleri, sosyal-siyasi ve ekonomik güç haline gelmeleri dikkat çekicidir.

 

Osmanlılar, kendinden önceki Türk devletlerine göre daha merkeziyetçi bir yapıya sahiptir. Başlangıçta, gazi dervişler, alperenler, aksakallılar saray çevresinde bulunur ve karar mevkilerinde yer alırken; 14. yy’dan itibaren bürokrasisini kendi yetiştirmeyi tercih etmiştir. Bu sebepten dolayı kendi kurumlarından yetişmeyen kimseleri tercih etmemiştir.

 

Bu noktada, -kanımca Osmanlı Hanedanının en büyük padişahı olan- Fatih Sultan Mehmet döneminden birkaç örnek vermek yerinde olacaktır.

 

Fâtih, “Dünyada tek imân ve tek saltanat olmalıdır.” düşüncesindedir. Dedesi Çelebi Mehmet’in ifadesini hayata geçirmek arzusundadır: “Saltanat ortaklık kabul etmez. …İki derviş bir kilime sığar, lakin iki padişah bir iklime sığmaz…”

 

”Fetih üzerine tebrike gelen ulemaya Fâtih şöyle hitap etti: Konstantiniyye’yi kendi kılıcımla alıp dururın kimsenüzden himmet ve inayet olmamıştır. (İbn Kenal) Gelenler arasında kuşkusuz Şeyh Ak Şemseddîn de vardı. Fâtih’e gücendi, Göynük’e çekildi. Fâtih’in gönderdiği armağanları reddetti.”[1]

 

Hemen belirtelim ki: Fâtih, -rivayete göre- İstanbul’a girdiğinde genç kızların uzattığı çiçekleri, “Sultan benim ama  (Ak Şemseddîn’i kastederek) O benim hocamdır”ifadesiyle, yönelttiği kişidir.”

 

Kendi görüşüne karşı çıktığı için tutuklattığı Çandarlı Halil Paşa’yı, 3 yıl zindanda tuttuktan sonra boğduran kişidir. Çandarlı’nın yerine, Sırp Mahmud Paşa’yı, onu da boğdurduktan sonra yerine Rum Mehmed Paşa’yı sadrazam yapan kişidir. İstanbul’un kuşatılmasında Anadolu Beyliklerinden gelen yaklaşık yüz bin askere rağmen (Yirmi beş bini Karamanoğullarından gelmiştir) tarihi belgelere, “Karamanoğlu eşkıyasından yirmi beş bin nefer” kaydettiren kişidir.

 

Yazıktır ki bu arada merkez-çevre ayrışması artmış, hocalarından Ak Şemseddîn Göynük’e çekilirken, Molla Güranî de bir müddet Kahire’ye gidip Mısır Sultanı Kayıtbay’ın yanında bulunmuştur. Kendi hocalarına karşı böyle katı davranan Fâtih, zamanının FETÖ’sü olan Hurufîler hakkında da ibretlik bir karar vermiş; Edirne meydanında yaktırmıştır. (Batılı-Türk düşmanı kaynaklar, Fâtih’in çok sert-gaddar bir hükümdar olduğunu yazarlar. Keza Bellini de Fâtih’in şeyhlere inanmadığını  yazmıştır.)

 

Eleştirel anlama gelebilecek bu sözlerden sonra yine de vurgulayalım ki, Fâtih çağının çok ötesinde bir sultandır ve devlet için kendi öz oğlunu da boğdurmaktan çekinmemiştir. (Osmanlı ve Türk Tarihçileri bu konuya pek girmek istemezler.)

 

Fatih’in esas amacı “merkezi ve güçlü” bir devlet yapısı inşa etmektir. Bunu gerçekleştirmiş ve Osmanlı Beyliğini “Devlet-i Aliyye”ye çevirerek imparatorluğu inşa etmiştir.

 

Merkez-çevre ayrışması sürecinde, Yeseviyye dervişlerinin ve Horasan Melametîlerinin temsil ettiği Türk Müslümanlığı’ndan uzaklaşılırken, Arap ve Fars etkili tarikatlar (Hurufiler gibi) devlet idaresinde ve sosyal-siyasî hayatta etkili konuma gelmişlerdir.

 

Ve Türk Devlet yapısında özel bir yeri olan “kurultay-divan”da devşirmeler söz sahibi olmuş; Türk’ün aksakallıları dışlanmış; dağ başlarındaki tekke-zaviyelere çekilmişlerdir.

 

Giderek dönme devşirmelerin hâkim olduğu merkez, çevrede bulunan ve geleneksel hayat-devlet anlayışını yaşatan, Türkmenlere karşı alabildiğince acımasız davranmıştır.

 

Çok yakın tarihlere kadar devam eden, “Alevî-Bektaşî köylerinden adli, vakaların çok ender çıkmaları; suç olursa kendilerinin cezalandırmaları” bu yapının sonucudur. Türkmen köylerinde huzurun sağlanması ve suçun cezalandırılması, köyde yapılan toplantılarda alınan kararlarla gerçekleşmiş ve adalete intikal ettirilmemiştir. “Düşkünlük” sosyal düzenin sağlanmasında çok ciddi bir cezalandırma yöntemi olmuştur. Hatta, 20. yy başlarında Toroslarda bir köyde suç işleyen bir kişi, -cemde alınan karar gereğince- kendi oğulları tarafından ağaca bağlanıp yakılarak cezalandırılmıştır.

 

Askerî yapıda da yabancılaşma imparatorluğun karakteristiği altına girmiş, “Yörük-Türkmen” kökenli askerler dışlanırken, Selçuklular döneminde “paralı askerler”, Osmanlıda ise “pencik” sistemi ile devşirilen kişilerden saray muhafızları oluşturulmuştur. 17. yy sonlarında akıncı ocağının kapatılması, hemen akabinde sipahilerin lağv edilmesi ile askerî yapıyı, 19. yy başlarına kadar temelini devşirmelerin oluşturduğu Osmanlı ordusu “merkez” in gücünü oluşturmuştur. Bu devşirmelerin (yeniçerilerin) sayısı Osmanlı’nın en güçlü zamanında on beş bin dolayında iken, duraklama-gerileme dönemlerinde yüz binleri geçmiştir.

 

Devlet kapısından dışlanan Türkmen, Dadaloğlu’nun şiirlerinde kimlik bulmuştur:

 

“Şalvarı şaltak[2] Osmanlı,

Eğeri kaltak Osmanlı.

Ekende yok biçende yok.

Yiyende ortak Osmanlı.”

 

“Belimizde kılıcımız Kirmanî

Taşı deler mızrağımın temreni

Hakkımızda devlet etmiş fermanı

Ferman padişahın dağlar bizimdir.”

 

[1] Prof. Dr. Halil İnalcık, Fâtih Sultan Mehemmed Han. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2019, S 213-214.

[2]“yaygaracı, bağırıp çağıran, şamatacı, kavgacı, (her şeye) bir sebep / bahane bulan, müfterî, iftira atan, kara çalan, (birisine) suç atan, haksız yere bir başkasını suçlayan”

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (1 )

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve samsunetikhaber3.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
C.ÇİL
(21.11.2023 15:59 - #305)
Teşekkür ederim, saygılar.
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve samsunetikhaber3.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.