Türkiye’nin Demografisi: IV
Türkiye’nin Demografisi: IV
Öncelikle şu sosyal gerçeği kabul edelim: Baskı ve idareci zulmünün olduğu yerde milli şuur kuvvetlidir. Sosyal dayanışma artar. Çoğunluk kuvvetlendikçe milli ruhları gevşer. Dayanışma zayıflar.
Öncelikle şu sosyal gerçeği kabul edelim: Baskı ve idareci zulmünün olduğu yerde milli şuur kuvvetlidir. Sosyal dayanışma artar. Çoğunluk kuvvetlendikçe milli ruhları gevşer. Dayanışma zayıflar.
Devletlerin oluşmasında “kurucu” veya “asli” unsur esastır. Toplumlar, devlet çatısı altında, kurucu-aslî unsurun dili-dini-kültürü etrafında birleşirler. Bu birleşmenin % 60-70 düzeyine ulaşması halinde “homojen”likten (milletleşmenin temel şartıdır) bahsedilir.
Beylikten devlet olmaya, büyük devlet ve imparatorluk olmaya giden yol asli unsurun dili –kültürü ve dini etrafında birleşmekten geçer. Bu birleşmeyi sağlayan topluluklar milli kimlik-millet evresine ulaşır.”
“İmparatorluk” kelime anlamı olarak kelime olarak EMPERYAL ile aynı kökten gelir. Emperyal, TDK’na göre “Bir milletin sömürü temeline dayanarak başka bir milleti siyasi ve ekonomik egemenliği altına alıp yayılması veya yayılmayı istemesi”dir. Kısaca “sömürgecilik” denebilir.
İmparatorluk ise, “Kendi topraklarında yer alan farklı milletleri (toplumları) egemenliği altında toplamış olan devlet çeşidi”dir.
Ancak, “kendi topraklarındaki farklı milletleri veya toplumları egemenliğe almanın şekli ve sonuçları değişik şekillerde olabilmektedir.
- Kurucu-aslî unsurun, kimliği, dili, kültürü ve hatta dini tüm topluma kabul ettirilerek topyekun (veya yakın) milletleşme gerçekleşebilir. Ortak kimlikle devlet idaresinde yer alabilirler. (Çin’de Han hanedanı gibi)
- Kimlik, dil kültür ve dine dokunmadan hâkimiyet altına alınıp, tutulabilir. Böylesi toplumların üyeleri, merkezde idarecilik konumuna yükseltilmezler. (Roma, İskender, Cengiz İmparatorlukları gibi)
- Kimlik, dil, kültür ve dinlerini muhafaza eden asli-kurucu unsur dışındaki gruplar, devlet idaresinde yükselebilir; “lobi” faaliyetleri ile devlette mutlak söz sahibi olabilirler. İnalcık Hoca bunu “istimalet” teorisi olatak adlandırmaktadır.(Selçuklular ve Osmanlılar gibi)
Olayın ekonomik boyutuna baktığımızda karşımıza 3 tablo çıkar.
- İmparatorluğun maddi gücü merkezî idarenin kontrolündedir. Homeland (Anavatan) ve rimlandda (etki sahaları-sömürgeler) eşit olarak dağıtılır. Bu tablo teoriktir. Hâkim olanın ve savaşları kazananın menfaatleri esastır.
- Sömürge bölgelerinden elde edilen maddi gücün çok büyük kısmı, merkezî idare tarafından anavatanda ve asli güç tarafından kullanılır. Çağdaş imparatorluklarda yaygındır. Super güç olarak anılan devletler etki sahalarındaki kaynakları kendi ülkeleri ve halkının menfaatleri için kullanmaktadır.
- Maddi güç, ağırlıklı olarak, kontrol altında tutulmak istenen etki sahalarına yönlendirilir. Gafletin dikalasıdır. Maalesef Selçuklular ve Osmanlılar bu gruba örnektir.
Bu açıdan tarihe baktığımızda, sadece Orta ve Doğu Asya kökenli 2 toplumun (Türk-Çin) milletleşme sürecini erken yaşadıkları, Batı’nın ise asırlar sonra milletleşmeye ulaştıkları söylenebilir.
Nitekim, Roma-Bizans, İskender İmparatorlukları milletleşemeden dağılmışlar; onlardan kalan bölgelerde farklı topluluklar milletleşmişlerdir.
Türk tarihinde ise, Orta Asya döneminde ağırlıklı olarak Türk boylarının birlikteliğinden büyük devletler oluşturmuşlar; ortak dil-kültür ve din (Göktanrı dini) vasıtasıyla erken dönemde milletleşmişlerdir. Bu süreçte, Çin dili-kültürü ve dini ile yakın temasa ve yerleşik hayata geçenler ise, Çinlileşerek bu günkü “Han hanedanının (soyunun)” atalarını oluşturmuşlardır.
İslamiyet’in kabulünden sonra ise…
Batı Türklüğü’nde İslâmiyet’in kabulü ile birlikte, Türk askeri gücü ikinci sınıf vatandaş kabul edilirken; merkezi yönetimin etrafında oluşan, paralı veya dönme-devşirme askeri yapı önem kazanmaya başlamıştır. Bu yapı Abbasiler döneminde Arap devlet yapısında oluşan ve kısaca Memlukler denilen Türk kökenli askeri yapıya benzemektedir. Dönemin Türk devlet yapısı içerisinde bulunan Nizam-ül Mülk gibi gayri Türk idarecilerin veya İbn-i Fadlan gibi gayrı Türk seyyahların eserlerinde Türklüğü aşağılayan ifadeler, bu düşüncelerin sonucudur.
İlerleyen dönemlerde çok ciddi çatışmalara dönüşecek olan “merkez-çevre ayrışması”nın temelleri bu dönemlerde atılmıştır.
İnalcık ve Türkdoğan’a göre, bu dönemde (10.-12. yüzyıllar),
- Kul oğlanlarının etkinleşmiş; asli unsurun kullaşmıştır.
- Buna bağlı olarak, merkez-çevre çatışması başlamıştır.
- İstimalet’in zaafları: Halil İnalcık'ın vurguladığı "İstimalet" teorisi kısaca, “Ülkesi fethedilmiş topluma, yönetime katılma ve diline resmilik verme-kazandırma” olarak özetlenebilir.
- Devşirme sisteminin (pençik sistemi) zaafları...
Bunlara ek olarak, Türk hakanlarının kendilerinin karşısında ayak direyebilecek Türk beylerini( kurultayları) istememeleri vardır. Merkez-çevre ayrışmasının sonucu olan ve yüzyıllar içerisinde giderek derinleşen bu durum, özde “emperyal devlet” anlayışımızdan uzaklaşmamızın sonucudur.
İslâmiyet’ten sonra kurulan Türk Devletlerine baktığımızda, yabancı dillerin hakimiyetini, milli kültürün aşağılanarak devlet hayatından dışlandığını ve din adına Arap kültürü-dili-örf ve adetinin esas alındığını görmekteyiz. Bu dönemde Batı Türklüğünün bayraktarlığını yapan Selçuklular ve Osmanlılar’ın merkezi yabancılaşmaya maruz kaldığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Selçukluların resmi dili Farsça’dır. Anadolu Selçukluları ve bilhassa Osmanlı döneminde Arapça ön plana çıkmıştır. Başlangıçta Dukak, Selçuk-Tuğrul, Çağrı, Alparslan olan sultan adları Melikşah, Mahmud-Muhammed, Davut’la karışmıştır. Anadolu Selçuklularında ise, dönüşmüştür. Türk isim olarak Sadece Kılıçarslan bulunmaktadır. Osmanlı’da ise, Os(d)man ve Orhan Beylerle başlayan hakanlar listesi VAHİDETTİN ile son bulmuştur.
Tüm bunlara ve bir takım ideoloji ve siyaset bezirgânlarının Osmanlı hayranlığı yaratma gayret ve söylemlerine karşılık; Selçuklular ve Osmanlılar dini devlet değildirler. Hiç bir dönemde İslâm’ın yayılması için özel gayret sarf etmemişlerdir.
Haçlı zihniyetiyle İslâm adına savaşmalarına karşılık, hiçbir zaman zorla Müslümanlık kavgası yapmamışlardır. Hatta bu yüzden, İslâm’ın ilk zamanlarındaki uygulamalara ters olarak “Dinde zorlama yoktur.” İlkesi yaygınlaşmıştır. Nitekim Selçuklular ve Osmanlılar zamanında savaş alanlarında meydanlarında kılıcı boğaza dayayıp, “İMANA GEL EY KAFİR!” nidası duyulmamıştır.
Hadi dahasını da söyleyelim: Osmanlı’nın hiçbir zaman, fethettiği yerlerin ahalisini Müslüman yapmak gibi bir isteği gayreti de olmamıştır. Hatta ihtidaya (başka dinlerden Müslümanlığa dönmeye) sıcak bakmamıştır.
Diyeceksiniz ki, tüm bu anlatılanların Türkiye’nin demografisi ile ne ilişkisi var?
Var efendim; var.
Gelecek yazılarda rakamlarla açıklayacağız.
Devam edeceğiz..
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.