Türkiye’nin Demografisi: VII
Türkiye’nin Demografisi: VII
(Balık baştan kokar.) Türkdoğan Hoca diyor ki: “Osmanlı, merkezi temsil eden güç kaynağı olarak sürekli çevreye karşı bir endişe taşımaktadır. Özellikle Anadolu Selçuklu döneminde, bir Türkmen ailesi olan Babailerin Moğollarla bileşmesi olayı, canlılığını korumuştur…
(Balık baştan kokar.) Türkdoğan Hoca diyor ki: “Osmanlı, merkezi temsil eden güç kaynağı olarak sürekli çevreye karşı bir endişe taşımaktadır. Özellikle Anadolu Selçuklu döneminde, bir Türkmen ailesi olan Babailerin Moğollarla bileşmesi olayı, canlılığını korumuştur…
Her an dış güçlerle birleşmek suretiyle devletin başına bela açabilir endişesi tarihsel özelliğini koruyordu. Osmanlı, ‘Türkmen belasından kurtulmak için kendine sadık yeni bendeler edinmeyi kazanç sayıyordu… Böylece askeri sınıf ve yönetim kadroları, midelerinden bağlanan yöntemlerle devşirme unsurlarına terkediliyor, Türkmenlerin her an merkezî otoriteye (Hanedân-i Osmanî’ye) başkaldırması denetim altına alınıyordu.”[1]
Merkezden dışlanarak yerlerini dönme-devşirmelere kaptıran “devletin kurucu-aslî” unsuru, çevreye çekilirken; merkez-çevre çatışmasının ilk adımları da atılmış oluyordu.
Sonuç olarak, o dönemlerde, Batı Türklüğündeki sosyal yapılanma, "halk-köylü-reaya" ve "Enderunlu dönmeler-kullar-kul oğlanları" olarak iki merkez etrafında şekillenmiştir. Sonradan bunlara Hıristiyan azınlıkların ağırlıklı oldukları ticaret ve zenaat erbabı da eklenmişti.
Batı Türklüğü olarak, kurduğumuz devletlerde, fethettiğimiz ülkelerin insanlarına adil davranmak adına yönetime katılmalarına; örf, adet, kültür ve dillerine korumalarına izin vermek suretiyle idareden pay ve yetki almalarına izin verilerek (istimalet), asli unsurun yerini almalarına imkân sağlamıştır. Bu uygulama zaman içerisinde, kul oğlanlarının "efendileşme"si ve asli unsurun "kullaşma"sına yol açmıştır.
Merkezi idareye yerleşen ve "efendi"leşen kul oğlanları, tüm saraya soydaşlarını yerleştirmek yoluyla etkilerini artırmış; buna karşılık asli unsuru oluşturan Türk milletinin mensuplarının dışlanmasına yol açmışlardır. Kapı kulları ve kul oğlanları için açılan enderun, zaman içerisinde ordu ve bürokrasiyi ele geçirirken, devlet içi ve uluslararası düzeyde söz sahibi olmuşlardır. Bu konuda Orhan Türkdoğan Hoca, "Yönetimin devşirmelere tahsisi, kendi halkının da toprağa bağlı köylü konumuna getirilmesi, Türk toplum yapısında gözlenen en dikkat çekici yozlaşmayı oluşturmaktadır." demiştir.
Ve zamanla Osmanlı’yı kendi mülkleri gibi görerek etnik milliyetçilik peşinde koşar olmuşlardır.
Bu, felaketin başlangıç sebebidir.
Zira, “Eba Müslim Horasanî’nin ibretlik sözlerini” (718-755) ve “şap-şekerden bahseden” o meşhur atasözümüzü unutmuşlardır: “Onlar, şerrinden emin oldukları için, dostlarını kendilerinden uzak tuttular. Kendilerine bağlamak ve kazanmak için de; düşmanlarını yakın tuttular. Yakın tuttukları düşmanları, dost olmadı. Ama uzak tuttukları dostları düşman oldu. Herkes düşman safında toplanınca yıkılmaları mukadder oldu.”
Batı Türklüğü için felaket, 9.-10. asırlardan başlayan değişimlerle gelişirken, kanunlaşması, -belki de Osmanlı’nın en büyük sultanı sayılabilecek olan- Fatih zamanında gerçekleşmiştir.
Fatih zamanında yaşanan 2 olay, devletin geleceğinin şekillenmesi açısından son derece önemlidir. Bunlardan ilki Çandarlı’nın idamıdır. Fatih’ten itibaren sultanlar, -sıklıkla- istişare ve divan geleneğinden gelen, gereğinde hakana "hayır" diyebilecek olan ve yeri geldiğinde, "Sultan seçiminde rey sahibi olabilecek olan Türkmen kocaları-beyleri yerine, istediklerinde kellerini vurdurup, malına mülküne el koyacakları devşirme kullar"ın, yakın çevreyi ve üst yönetimi oluşturmalarına göz yummuşlardır.
Osmanlı’nın kuruluş döneminden itibaren Çandarlı sülalesi, beylerden olup, divanın (KURULTAYIN) müdavimlerindendir. Sebebi hala tam olarak bilinmeyen idamı ile Osmanlı hanedanı “kendisine hayır diyen” en baştaki kişiyi yok etmiştir. Yerine getirdikleri ise önce, Zağanos Paşa sonra Hırvat Mahmut Paşa ve Rum Mehmet Paşa’dır. Ömrünün son yıllarında sadrazam yaptığı Karamanlı Mehmet Paşa’nın (1477-1481) dışında tümü devşirmedir. Dahası, Fatih döneminden 16. yüzyıl ortalarına değin (1450-1550) veziriazam olan 48 kişiden yalnızca dördü Türk kökenlidir.
Fatih Kanunnamesi, devlete asker ve sivil yönetici yetiştiren ve yüksek nitelikli eğitim veren devşirme okullarına alınmayacak olanları şöyle sıralıyordu: “Yahudiler, Müslümanlar, çobanlar, sığırtmaçlar, doğuştan sünnetli olanlar, çok uzun ya da kısa boylu olanlar, Türkçe bilenler, köseler, keller, Gürcüler, Çingeneler, Kürtler ve Türkler”.
Tarihçi Kemal Paşazade, Fetih’ten sonra üçüncü sadrazam olan Rum dönmesi Mehmet Paşa’nın, “Padişah’ın bizim vatanımız hakkında ittüğü haseretün (hasarların-zararların) intikamını ben de Konya ve Karaman ülkesinde yapmaya muvaffak oldum” diyerek Larende, Ereğli ve Karaman’da kadınları ve oğlanları çırılçıplak soyup, mescitleri ve medreseleri yakıp yıktığını anlatır.
Devlette söz sahibi olan bu devşirmelerin, zamanla gerçek sahip-asli unsur gibi davrandıkları ve Türkleri merkezî idareden uzaklaştırmak işçin gayret sarf ettikleri bilinmektedir.
Mamafih, Osmanlı, Rum Mehmet Paşa’nın dışında hiçbir devşirme sadrazamı, Türklüğe ihanet ten dolayı cezalandırmamıştır. Usulsüzlük yapanların kellerini alıp, mal-mülklerini hazineye gelir kaydetmiştir. (Bizdeki Yeni Osmanlıcı bürokrat ve siyasilere duyurulur.) Rum Mehmet Paşa’ya gelince…
Yukarda zikredilen eylemleri ve sözlerinde sonra Fatih zamanındaki tarihçilerin ifadeleri ile.. “İT GİBİ BOĞDURULMUŞTUR.”
Öte yandan…
Dönme devşirme saltanatı, Türklerin saraya-merkezi, yönetime girmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Yükselme döneminin sonlarına doğru artan yeniçeri ihtiyacı karşısında Türklerin de ocağa alınması üzerine dönme devşirmelerden şiddetli muhalefet başlamış; duraklama döneminde ise Türkler, imparatorluğun büyümesinin önündeki engel olarak gösterilmişlerdir.
1580-1595 arasında beş kez (toplam 8 yıl) veziriazamlık yapan Arnavut devşirmesi Koca Sinan Paşa, padişaha sunduğu tezvirde (rapor), vezirin (isim bilinmiyor), “yeniçeri ocağına rüşvetle Türk aslından kimseleri kattığını” şikayet etmiştir.[2]
Kardeşi Rus Çarlığı'nda danışman olan Koçi Bey, “Harem-i Humayun’a hilâf-i kanun Türk, Yörük ve Çingane ve Yahudi ve bâ-din ve bâ-mezhep nice kallâş ve ayyaş şehir oğlanları girer oldu.” dedikten sonra[3], “Harem-i Humayun’a yalnız devşirme kullar alınmalı, oradan çıkma ile dış hizmetlere tayin edilmeli. Bu usulün değişmesine meydan verilmemeli.”[4] önerisinde bulunmuştur.
Ardından Arnavut reklamı-propagandası yapmıştır: "Arnavut diyarında öyle adam vardır ki, on beş yirmi kılıca gelir şehbaz ve cesur evlatları vardır. En kötüsüne padişah iltifat edip dirlik verse, insan yiyen birer arslan olur." Bu ifade Koçi Bey’in Arnavut ve Arnavutçu olduğunun kanıtıdır.
Hatırlatalım: Koçi Bey’in kardeşi Hürrem Bey gördüğü bir haksızlık yüzünden IV. Mehmed zamanında (1648-1687) Rusya’ya kaçarak din ve isim değiştirip Prens Koçi Bey diye tanınmış olup, ailesinin torunları da orada ayni adla yaşamışlardır.
Devam edeceğiz….
[1] Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Türk Toplumunda aydın Sınıfın Anatomisi”, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul, 2011, 100-101.
[2] Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye, Cilt II, İstanbul 2014, sh. 355.
[3] Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye, Cilt III, 2. Baskı, İstanbul 2015, sh. 355.
[4] Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye, Cilt III, 2. Baskı, İstanbul 2015, sh. 151.
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.