Teknolojik Yalnızlık
Teknolojik Yalnızlık
Yalnızlık günümüzün en büyük sorunlarından biri haline geldi. Kalabalıklar içinde bile kendimizi izole hissedebiliyoruz, kimse yokken de bu duygu bizi esir alabiliyor. Garip bir paradoks gibi, etrafımızda onca insan olmasına rağmen kalbimizde derin bir yalnızlık yankılanıyor.
Yalnızlık günümüzün en büyük sorunlarından biri haline geldi. Kalabalıklar içinde bile kendimizi izole hissedebiliyoruz, kimse yokken de bu duygu bizi esir alabiliyor. Garip bir paradoks gibi, etrafımızda onca insan olmasına rağmen kalbimizde derin bir yalnızlık yankılanıyor.
İşyerinde, evde, hatta sevdiklerimize yakın olduğumuz anlarda bile bu his peşimizi bırakmayabiliyor. Bedenlerimiz birbirine değse de ruhlarımız adeta uzak diyarlarda kaybolmuş gibi hissediyoruz.
Peki bu yalnızlığın kökeni ne? Neden kalabalıklar içinde bile kendimizi yalnız hissediyoruz? Modern yaşam tarzı, bizi başkalarından daha izole hale getirebiliyor. Nüfusun çoğu şehirlerde yaşıyor, ama daha az aile ve topluluk bağımız var ve daha çok dijital dünyayla etkileşime giriyoruz.
İnsanlığın en büyük sorunlarından biri, güzelliği paylaşmaktan ziyade paylaşamamaktır. Ruha dokunan bir köşe yazısı, kalbe işleyen bir melodi, zihnimizi aydınlatan bir fikir... Bu duyguların yarattığı coşkuyu, o anın büyüsünü başkalarıyla paylaşmak isteriz. Sanki o güzelliği tamamlamak için bir tanık, bir ses, bir kalp gerekir.
Eskiden el sıkışarak tebrik ederdik, birbirimizi arardık, duygularımızı samimi bir ses tonuyla paylaşırdık. Şimdi ise bu samimiyetin yerini emojiler aldı. Soğuk ve kısıtlayıcı emojilerle duygularımızı ifade etmeye çalışıyoruz. Birbirimize dokunmadan, sesimizi duyurmadan, kalplerimizi açmadan iletişim kurmaya çalışıyoruz.
Günümüzdeki elektronik cihazlar bir madalyonun iki yüzü gibi oldu. Madalyonun ön yüzü; iletişim çok kolaylaştı, bilgiye ulaşmak iki parmağımızın arasında, bankaya gitmeden telefonla alacak vereceklerimizi halledebiliyoruz. Küçücük telefondan haberleri seyrediyoruz vs. Ama madalyonun arka yüzü; etrafımıza baktığımızda, telefonlarına gömülmüş, sosyal medyada kaybolmuş insanlarla dolu bir dünya görüyoruz. Bu cihazlar, gerçek hayattaki insanlarla olacak olan etkileşiminin yerini alıyor ve bizi yalnızlığa sürüklüyor.
Elektronik cihazlarla yalnızlığımızı doldurmaya çalışırken aslında kendimizi daha da izole ediyoruz. Sanal dünyada kurduğumuz bağlantılar, gerçek hayattaki samimi ve derin ilişkilerin yerini asla tutamıyor.
Gözlerimiz yola, adımlarımız kaldırıma basarken, ruhlarımız sanal alemde kaybolup gidiyor. Kulaklıklar kulaklarımıza yapışmış, birbirimize baktığımızda bile görmezden geliyoruz. İki yakın arkadaş bile, yüz yüze olmalarına rağmen kulaklıklarıyla çevrili sanal kalabalığa dalmışlar. Selamlaşmak için beden dillerine sığınıyorlar, göz teması kurmak bir yük gibi görünüyor.
Teknolojinin sunduğu imkânlar sanal ortamda bizi birbirimize bağlarken, diğer yandan yalnızlığın yeni bir boyutunu yaratıyor. Artık kalabalıklar içinde bile yalnızız. Yolda yürürken bile sanal dünyalarda kayboluyoruz. Birbirimizin varlığını hissetmek yerine, ekrana hapsolmuş ruhlar gibiyiz.
Kısa bir mola bile olsa yüzünü telefondan kaldıran gençlerin sohbetleri ne kadar da cıvıl cıvıl! Tek kelimelik cümleler havada uçuşuyor: "Ok", "Oha Oldum", "Delete ettim", "Çevrimdışıyım"... Bir saatlik sohbet bir dakikaya sığdırılıyor sanki. Sonra konuşulacak konu kalmayınca, cep telefonları devreye giriyor ve yalnızlık sanal bir panzehir gibi sarıyor etrafı. Yalnız ruhlar sanal ortamlarda teselli arıyor, farkında olmadan teknolojiye esir düşüyor. Yapay bir dünyada yalnızlığını paylaşıyor insan, adeta !
Sevgili gençler benim yaşım Ellidokuz, Altmış yaşına bir yıl kaldı. Hadi sizinle sanal bir oyun oynayalım, benim gençliğime dönelim. Tamam, hazır mısınız? Gözlerinizi kapatın ve derin bir nefes alın. Bir anda zamanda geriye doğru süzülmeye başlıyoruz. Etrafınızdaki hava değişiyor, sesler yumuşuyor ve görüntüler bulanıklaşıyor.
Benim neslim de sizin gibiydi. Öğretmenlerimiz bize ödev verirken;
"Çocuklar, Süreniz bir hafta, gidin araştırın ve ödevinizi yapın gelin," derlerdi. Bir hafta gibi bir sürede koca bir konuyu araştırmak, kitaplar arasında kaybolmak, notlar almak... Gerçekten de bir maceraydı. Biz de bu ödevleri alır, elimize bir pusula gibi oflaya puflaya kütüphanelere doğru yol alırdık.
Verilen ödev hangi kitapta yer alıyor diye kütüphane kataloglarını didik didik ederdik. Bulduğumuz kitapları raflardan özenle indirir ve sayfalarını çevirmeye başlardık. Bazen iki, üç, bazen de dört kitap... Ödevin zorluğuna göre araştırdığımız kitap sayısı artardı. Okudukça öğrendiklerimizi zihnimizde harmanlar, sonra da uygun bir üslupla kâğıda dökmeye çalışırdık. Kitaplarda bulamadığımız bilgileri ise arkadaşlarımıza sorar, onlardan da öğrenmeye çalışırdık.
O zamanlar ne Google amca vardı. Nede cebimizde taşıdığımız bir kütüphane. Bilgiye erişmek zordu ama kıymetli ve kalıcı olurdu. Kütüphanelerde saatlerce vakit geçirir, sayfaları çevirirken adeta bir hazine avına çıkar gibiydik. Her kitap yeni bir dünyaya açılan kapıydı ve biz de bu kapılardan içeri girip keşfetmenin heyecanını yaşardık.
O zamanlar bende anlayamamıştım. Öğretmenlerimizin verdiği ödevleri öğrenmek amacıyla hazırladığımızı düşünüyordum. Şimdi daha iyi anlıyorum. Kütüphaneleri arşınlayarak yapılan ödevler sadece not almaktan ibaret değilmiş.
Yaptığımız ödevler sadece bilgimizi geliştirmekle kalmamış, aynı zamanda araştırma ruhumuzu da beslemiş. Bilmediğimiz konuları öğrenmek için çaba göstermişiz, farklı kaynaklara danışmışız ve merak duygusunu canlı tutmuşuz. Bu sayede, eleştirel düşünme becerilerimizi de geliştirmişiz.
Ödevleri sadece bireysel bir çalışma olarak değil, arkadaşlarımızla paylaşarak birbirimize öğretme ve öğrenme fırsatı yaratmışız. Birlikte çalışarak arkadaşlık ruhumuzu pekiştirmişiz, dayanışmayı ve ekip çalışmasını öğrenmişiz. Farklı bakış açılarını dinleyerek ve fikir alışverişinde bulunarak paylaşmanın önemini kavramışız.
"Akıl aklından üstündür" düşüncesiyle hareket ederek, her zaman en iyisini bulmaya çalışmışız. Birbirimizi motive ederek tatlı bir rekabet ortamı yaratmışız ve bu sayede kendimizi geliştirmeye devam etmişiz.
Özetle, ödevlerimiz sadece öğrenme açıdan değil, aynı zamanda bize kişisel ve sosyal açıdan da birçok kazanım sağlamış. Bu kazanımlar, gelecekteki çalışmalarımızda ve hayatımızın her alanında bize rehberlik yapmış. Biz o günlerde bilgiye ulaşmaya çalışırken güzel Türkçemizi daha da güzelleştirmeyi öğrenmişiz.
Şimdi düşünüyorum, acaba o zaman öğretmenlerimizin verdiği ödevler sadece o konu hakkında bilgi sahibi olmak amacı ile mi verilmişti, yoksa o araştırmalar bizim akranlarımız arasında samimi bir birlikteliğin katalizörümü olmuştu.
O zamanlar, şimdinin imkânlarına sahip değildik. Elimizde Google amca yoktu, cebimizde telefon da yoktu. Bu nedenle iletişim kurma şeklimiz de farklıydı. Kısa ve öz cümleler yerine, anlam dolu ve uzun cümleler kullanarak kendimizi ifade ediyorduk. Bu durum, paylaşımı da teşvik ediyordu. Tek başımıza değildik, her zaman etrafımız akranlarımızla dolu olurdu. Sokaklar cıvıl cıvıldı, hayatın her köşesinde bir hareketlilik hakimdi.
Bilgiye kolay kolay ulaşamazdık ama ulaştığımızda değerini bilirdik. Teknoloji bize bağımlıydı, biz teknolojiye bağımlı değildik. Ben o zamanlar öğretmenlerimin bana verdiği ödevi, sadece bir ödev olarak görmüştüm. Ama verilen ödevin arkasında paylaşmanın yattığını, fikir alışverişinin yattığını, araştırarak öğrenmenin kalıcı bir öğrenme olduğunu yıllar sonra öğrendim. Ben yıllar sonra öğrendim, siz şimdi öğrendiniz.
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.