Teo-stratejiler ve Türkiye: IX
Teo-stratejiler ve Türkiye: IX
İslâm’ın farklı yorumlarını anlayabilmek için, toplum-ümmet-millet oluşun sosyal gelişimine kısaca da olsa göz atmak gerekir.
İslâm’ın farklı yorumlarını anlayabilmek için, toplum-ümmet-millet oluşun sosyal gelişimine kısaca da olsa göz atmak gerekir.
Akabinde Arap toplumunun cahiliye dönemi ve sonrasındaki yapısını anlamak şarttır. İnsanlığın sosyalleşmesi aile ile başlayıp; soy-sop-kabile-kabileler federasyonu-devlet- büyük devlet (ortak dini kimlik etrafında) ve milliyetle (milli kimlikle) devam eder. Hemen belirtelim: kabileler federasyonu veya devlet ve hatta büyük devlet olmasına rağmen milli kimliklerini oluşturamamış sayısız toplum bulunmaktadır. Araplar da bunlardan biridir. Dahası günümüzdeki Müslüman toplumlar içerisinde “Milliyet Şuuru”na ulaşmış tek topluluk Türkler’dir.
Geçmişte çok büyük devlet kurmuş olmalarına karşılık İranlılar da yeterli milliyet şuuruna ulaşamamışlar ve katı mezhep taassubu içerisinde gelişmelerini tamamlayamamışlardır. Firdevsi’nin Arapça istilasına karşı kaleme aldığı “Şehnamesi” (MS. 11. yy başı) bu noktada çok önemli bir adım olmasına karşılık yeterli olmamıştır.
Farslıların, milletleşme sürecindeki en önemli dezavantajlarından birisi nüfustur. Halen 89 milyon olan nüfusun % 45’i Türk’tür. Diğer azınlıklar da dikkate alındığında en fazla yaklaşık 45 milyon kişi Fars kökenlidir. Diğer ülkelerdekiler beraber 100 milyonun üzerine çıkacağı tahmin edilebilir. Ancak bu nüfusun milli bir şuur etrafında birleştiğinden ve beraber hareket ettiklerinden bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla günümüz İran’ı, DÜNYADA TEK BAŞINA KALMIŞ bir devlettir. Soydaşlarından bile yeterli desteği alamamaktadır. Uluslararası ilişkilerde destek sağlayabilmek için Müslüman ülkelere inançlarını yayarak taraftar toplama gayretindedir.
Ancak İran, teo-stratejik açıdan Caferîlik-Şia silahına sahiptir. Ehl-i sünnet olan diğer Müslüman ülkelere karşı İDEOLOJİ İHRAÇ ETME GAYRETİ İÇİNDEDİR. İllegal çalışmalar yürüten Hizbullahçılar ve ülkemizde değişik illerde açılan Şia camileri bu stratejinin ürünleridir.
Hemen belirtelim: millet ve devlet olarak hiç kimsenin veya inanç gruplarını sorgulamak gibi tutumumuz yoktur. Ancak milli birliğimizi hedef alan, -esası ve şekli ne olursa olsun- inanç kaynaklı ideolojileri de kabul etmemiz mümkün değildir.
Öte yandan İran jeo-stratejik olarak Türk Dünyasının ortasında bir kama gibi uzanmıştır ve Doğu-Batı Türklüğünün işbirliğini etkileme potansiyelini taşımaktadır. Keza nüfusunun % 45’ini oluşturan Türkler de “yumuşak karını”dır. Dolayısıyla Türkiye ve İran, çatışmadan-işbirliği içerisinde geçinmek zorundadırlar.
Araplara gelince:
Dünyadaki Arap nüfus yaklaşık 350 milyondur. Mezopotamya’dan Atlas Okyanusu’na kadar uzanan coğrafyada kabileler halinde yaşamaktadırlar. Batı’nın uyguladığı “BÖL-PARÇALA-SÖMÜR” politikasına uygun olarak suni devletlere ayrılmışlardır. Bu ayrışma, sosyolojik gelişime aykırıdır. Dolayısıyla, Arap milletinden bahsedilmesi mümkün değildir. Hatta Araplar için Kabileler federasyonundan bahsedilmesi bile güçtür. Olsa olsa kabile devletleri olabilir.
Mekke ve Kabe çevresi eskiden beri Kureyş kabilesinin kontrolü altında kalmıştır. Peygamber Efendimizin 5. ve 4. göbekten dedeleri Kilab ve Kusey zamanında Kureyşliler tam hakimiyet sağlamışlardır.
Kusay, en önemli görevleri kendi oğullarına bırakmakla birlikte, bazı görevleri Kureyş’in diğer ailelerine taksim etmiştir. Örnek olarak: “Hacıların su ihtiyacının giderilmesi ve Kâbe-i Muazzama adabının muhafazası”. Haşimoğulları’na; “Kâbe’ye hizmet görevleri, Kâbe’nin açılıp-kapatılması. Ayrıca Nedve görevi”, Abduddâroğulları’na; “Hacılar için Kureyş’ten gıda toplanıp bunun gerekli yerlere sarf edilmesi”, Nevfeloğulları’na; “Fal oku çekilmesi görevi”, Cumahoğulları’na; “Kâbe’de bulunan putlara sunulan malların muhafaza edilmesi”, Sehmoğulları’na; “Ordu komutanlığı”, Ümeyyeoğulları’na; “Silah techizatını ve savaşta kullanılacak hayvanları tedârik etme”, Mahzumoğulları’na; “Şûrâ”, Esedoğulları’na, “Diğer kabilelerle ilişkiler”, Adîoğulları’na verilmiştir. Böylece tüm kollara görevler verilerek sürtüşmeler-anlaşmazlıklar önlenmek istenmiştir.
Peygamber Efendimiz ise, asıl olanın mensup olunan kabile değil “iman ve takva” olduğunu vurgularken, “Ben Arabım, fakat Arab benden değildir.” demiştir.
Cahiliye döneminden kalan kabile asabiyesi, asr-ı saadette kısa süre engellenmiş ise de Hz. Osman zamanında tekrar hortlamıştır.
Teyzesinin oğlu ve süt kardeşi olup dinden dönen Abdullah bin Sa’d olayını daha önce anlatmıştık. Sarhoş Kufe valisi olayından bahsedelim.
650 yılında bir sabah Kûfe şehrinin ve Irak’ın genel valisi ve Hz. Osman’ın anne-bir kardeşi olan Velid bin Ukbe, yalpalayarak (sarhoş) içeri girdi. İmamete geçerek cemaate farz namazı dört rekat olarak kıldırdı. Üstelik iki rekatı dört rekat yaparak! Ardından da cemaate dönüp gülerek şu soruyu sordu: “Daha da arttırayım mı?”
İslam’ı kabul eden altıncı kişi olan İbn Mesud, Vali’nin bu sorusunu sert bir ifadeyle yanıtladı: “Biz seninle yeterince birlikte olduk.”
Konu, elçiler aracılığı ile Halife Hz. Osman’a kadar ulaştı. Hz. Osman elçilere, “İçerken gördünüz mü?” diye sorunca, iki şahitten biri: “Ben onu içki içerken gördüm”, diğeri de: “Ben de onun içki kustuğunu gördüm.” demiştir. Hz Osman da: “İçki içmeseydi, içki kusmazdı.” diyerek had cezası (kırk değnek vurmak suretiyle) uygulatmıştır.
Hz. Osman, akrabası olan valiyi şikayete gelenlerin hapsedildiği; Hz. Ali ve Hz. Ayşe’nin tavassutu ile serbest bırakıldığı yazılmıştır.[1],[2]
Acıdır ki, Kureyşlilerin bu tutumu günümüzde de devam etmektedir. Onlara göre tüm Arab kabileleri Kureyşlilerin yanında ikinci sınıf kalmaktadır. Arab birliği veya İslam ülkeleri başlığı ile yapılan tüm çalışmalar kuru sözden ibarettir.
Türkiye’nin ve Türk Dünyası’nın hiçbir sıkıntısında yanımızda yer almadıkları gibi düşmanlarımızla işbirliği yapmaktadırlar. Kendileri sıkıntıya düştüklerinde birlik olmaktansa “Ey Türkiye! Gel bizi kurtar” nidaları atmaktadırlar.
……
Feodal yapıyı günümüze kadar taşıyan Arablar, kabileden birden fazla yapay (siyasî amaçlı) devletlerin oluştuğu da bilinmektedir.
Örnek olarak: Sekiz yıl Hicaz Kralı olarak görev yapan ve kendini halife ilan eden Şerif Hüseyin’in 3 oğlu (Ali bin Hüseyin, Abdullah ve Faysal), krallık yapmış ve yeni devletlerin başkanı (kralı) olmuşlardır.
Ali bin Hüseyin, yerine 1924 yılında Hicaz Kralı ilan edilir. Ancak bölgede büyük güce sahip olan Suudiler tarafından 1925 yılında devrilir; yerine Suudî hanedanı gelir.
Şerif Hüseyin’in diğer oğlu Faysal bin Hüseyin (Başlangıçta Irak ve Suriye Kralı, 1921’den itibaren sadece Irak kralı) 1958’de devrildi.
Abdullah bin Hüseyin, 1921 senesinde Ürdün Emiri oldu.
Bu özellikten dolayıdır ki, Dünya’nın hiçbir yerinde görülmeyen cetvelle çizilmiş ülke sınırları sadece Arab coğrafyasında bulunmaktadır.
Devam edeceğiz.
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.