Terazili Kadının Terazisi
Terazili Kadının Terazisi
Merhaba Dostlar, Uzun bir süredir, günlük-haftalık yazılarıma ara vermiştim.
Merhaba Dostlar, Uzun bir süredir, günlük-haftalık yazılarıma ara vermiştim.
Merhaba Dostlar,
Uzun bir süredir, günlük-haftalık yazılarıma ara vermiştim.
İki sebebi vardı. Birincisi kitap çalışmam ki, yayınlanan son kitabımın çalışmaları idi. İkincisi ise siyasi konulardan uzak durma isteğim idi. Yeni yılın ilk haftasında 24. kitabım olarak yayınlandı. Epeyce de ilgi gördü.
Siyasete gelince: “Yorgunum Dostlarım. Yoruldum artık.” Veya “Söylemeye dil varmıyor; sussam gönül razı değil.”
Biz, “gönlü susturmayı tercih ettik.”
Halen elimde iki konu var. Biri, “liderlik sanatı”, ikincisi “hukuk, felsefesi ve uygulamaları.”
Bir müddet hukuk felsefesi ve uygulamaları üzerine düşüncelerimi açıklamak istiyorum.
Hemen belirteyim, son 8-10 yıla kadar –resmi bilirkişi görevleri dışında- adliye ve hukuk sistemimizle hiçbir ilgim olmamıştı.
Üniversite yönetimi ile yaşadığımız olaylardan sonra öğrenmeye çalıştım. Öğrendikçe düşündüm ve bir takım sonuçlara ulaştım.
Geldiğim noktada, adalet sisteminde “usul”ün, “esas (hak)”ın önüne geçtiğini ve hatta temel prensip olarak kabul ettiğini öğrendim: “USUL, ESASTAN ÖNCE GELİR.”
Ve bu prensip, hukukun evrensel kuralı olmuş.
Kimse kusura bakmasın: bu prensibi içime sindiremiyorum. “Hak” hukukun temeli olmalıdır. Zaten hukuk kelimesi haklar anlamına haizdir. Kurallar, hakları koruduğu ve onlarla çatışmadığı zaman anlam taşır. Aksi takdirde, usul, -yaşam hakkı da dahil olmak üzere- tüm hakların ihlaline cevaz verilmesine vesile olabilir.
Bu vesile ile halkımız arasında sık sık tekrarlanan “Allah, kimseyi, hekime ve hâkime düşürmesin” sözünün anlamını daha iyi anladım.
Tabii olarak, halkımızın “Allah kimseyi hekime düşürmesin; eksikliğini de göstermesin” demesine karşın; adliye için sadece “Allah kimseyi hâkime (mahkemeye) düşürmesin.” ifadesinin arkasındaki manayı da gördüm/öğrendim.
….
Konuya, iki anımla gireyim…
Bir dönem, kripto kökenli bir kişi beni mahkemeye vermişti. Duruşmaya girdik. Karşı tarafın avukatı çenebaz-siyasi kişiliği olan ve toplum içinde pek makbul sayılmayan birisi idi. Duruşma sırasında beni kızdıracak ifadeleri tahrik edici uslupla ve yüksek sesle kullanıyordu.
Sinirlendim. Söz hakkı istedim. Hakim daha söz hakkı vermemişti ki yanımda bulunan tecrübeli avukatım kolumdan çekti ve “Hoca; Burası delikanlılık yeri değildir.” dedi. Kendimi tuttum ve karşı tarafa hiç bir şey söylemedim. Beni frenleyen avukatım, karşı tarafa aynı uslupla cevap verdi.
Dışarı çıktığımızda, avukatım, “Hocam buralarda haklı olmak yetmez. Usulüne uygun konuşmak-davranmak gerekir” dedi. O gün aklımdan, “Mahkemeler tiyatro. Kendi kurallarıyla oynanan oyunlar sergiliyorlar. Ben de bu oyunu kurallarıyla oynamalıyım.” diye düşünmüştüm.
Başka bir gün genç bir avukat hanımla muhatap olmuştum. 27-28 yaşlarında, kapasitesi öğrencim olamaya yetmemiş bir kız, kendine “yalancı” diyerek hakaret ettiğimi iddia ederek savcılığa şikâyet edeceğini ve beni “mahkeme kapılarında süründüreceğini” söylemişti.
Etti de…
Ben de kendisinden, TCK’nun “haksız yere şikâyet” ve “suça tahrik” maddelerinin ihlalerini gerekçe göstererek şikâyetçi oldum.
Savcılık benim için “takipsizlik” kararı verdi. Kendisini, adalet bakanlığı, -açıkça belirgin olan suç delillerine karşılık-, “kovuşturmaya izin vermeyerek” kurtardı. Baro’da yapılan soruşturmada “haksız yere şikâyet” ve “suça tahrik” suçlarına ait delilleri göz ardı edildi.
Olayı mahkemelere taşıyabilirdim. Avukat kızın çocukluğuna verip, “bu ders ona yeter” diyerek ısrarcı olmadım.
Doğru mu yaptım? Ona pek emin değilim; çünkü izleyen dönemde o kızın ders aldığını gösterir hiç bir emare göremedim.
…
İlke olarak, demokrasilerde “KUVVETLER AYRIMI” vardır. Buna bağlı olarak hukuk sistemimiz iki bölümde incelenmelidir.
YASAMA, TBMM’nin çalışma alanıdır. TBMM’de kabul edilen yasalar hukukumuzun temelidir. Hiçbir karar-uygulama yasalara aykırı olamaz çelişemez. Keza yasalarda belirlenmemiş hiçbir suç ve cezası olamaz. Suça ceza verilebilmesi için her ikisinin de yasalarda açık olarak belirtilmiş olması gerekir.
UYGULAMA, ise adalet sistemimizin çalışma alanıdır. Kuvvetler ayrılığı ilkesine bağlı olarak, -yasama ve yürütme organlarının etkilerinden kurtulabilmesi için özerk olması temel ilke olarak kabul edilmiştir. İdarî özerklik anlayışının sonucu olarak özdenetim sistemine tabidir.
Ve uygulama, yasamanın kendisine verdiği kararları (yasaları) uygulamakla yükümlüdür. Aksi (yasaların uygulanmaması) suçtur. Bu itibarla geçmişte yürürlükteki yasalara göre verilen kararların günümüzde yürürlükte olan yasalara göre irdelenmesi tartışılması ve eleştirilmesi yanlıştır.
Yukarda bahsedildiği üzere, adliye sistemimiz için kanunlara uymak zorunluluktur. Akabinde yönetmelikler işleyişi sağlarlar.
Ancak…
Nadiren de olsa, kanunlar ve yönetmelikler, sistemin düzenlenmesi/yürümesi ve sosyal hayatın devamında yetersiz kalabilmektedir. Bu noktada çokça tartışılan, birbirine bağlı 2 kavram gündeme gelmektedir. “HAYATIN NORMAL AKIŞI” ve “MAHKEMELERİN TAKDİR HAKKI.”
Sembolü, “gözü-kulakları kapalı, elinde terazi tutan kadın” olan adalet, gözleri ve kulakları çevreden ve yukarlardan gelecek etkilere açık olan kişilerin takdirine bırakılabilir mi?
“Hayatın normal akışı” veya “takdir hakkı” gerekçe gösterilerek kanunları yok saymak, adalet anlayışına ne kadar uyabilir? Açıkça belirli olan suç ve delillerini, sistemin “YOK SAYMASI” ne kadar doğrudur.
“Takdir” hakkı kullanılarak, mahkemelerin yönlendirilmesi (her ne amaçla olursa olsun), var sayılan delillerin göz ardı edilmesi, duruşmalarda ifadelerin ve zabıtların şekillendirilmesi, “ADALET” midir?
Böylesine tartışmalı bir “ADALET”, “MÜLKÜN TEMELİ” olabilir mi?
Devam Edeceğiz.
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.