Amerika’da soğuk bir kış günü. Sabah vakti, insanlar işlerine yetişmek için koşturuyor. Herkes bir yerlere yetişmek için metroya akın ediyor. Metronun içi de sıcacık.
Ama soğuk insanların içine işlemiş, Washington metrosunun içinde sade giyimli şapkalı bir adam keman çalıyor. Sıcacık müziği ile ruhlardaki soğukluğu ısıtmaya çalışıyor. Ama etrafında herkes bir yerlere yetişme derdin de. Kimse kemanın sesini duymuyor. Adam 45 dakika boyunca 6 tane kemanla klasik müzikler çalıyor. Etrafında onunla ilgilenen yok. Bir iki kişi üstün körü dinliyor sonra metronun kalkacağı yere gidiyor. Hiç kimse kemancıyı önemsemiyor. Kemancı kendi çalıyor kendi dinliyor.
Gelen geçen kişilerden bazıları kemancının önündeki kutuya bir dolar koyuyor bazıları da ceplerini karıştırıyor kıyısında köşesinde kalmış ufak tefek demir paraların birkaçını kutuya atıp gidiyor.
45 dakikalık konserin sonunda kemancı önündeki kutuya bakıyor, Kutudaki paraları sayıyor 32 dolar kazandığını görüyor.
Washington Metrosunda keman çalan kişi aslında dünyaca ünlü kemancı Joshua BELL’den başkası değil. Joshua BELL büyük salonlarda verdiği konserlerde biletler yok satıyor ve çoğunlukla yer bulunamıyor. En ucuz bilet 100 dolardan başlıyor.
Ama bu dünyaca ünlü sanatçı metro istasyonunda 45 dakika konser veriyor kimse yüzüne bakmıyor. Bakmadığı gibi bir konserde on binlerce dolar kazanan bu adam, konser bittikten sonra hayranları imza almak için birbirini ezdiği bu adam 45 dakikada sadece 32 dolar kazanıyor.
Nedeni neydi sizce. Herkes işe gitme telaşında, herkesin acelesi var, herkesin kafası dolu, herkes ekmek parası peşinde, örnekleri daha da çoğaltmak mümkün.
Yaşanılan bu olay sadece Amerika için geçerli değil. Dünyanın birçok yerinde buna benzer olaylar oluyor. Büyükşehirlerde sabahın erken saatleri veya akşamın mesai çıkış zamanları; metrolar, dolmuş kuyrukları, belediye otobüsünü bekleyen insanlar, hınca hınç dolu bir yerlere ulaşmanın acelesi içindeler…
Zaman akıp gidiyor, akan zaman içinde bizde bir yerlere ulaşmanın çabası içindeyiz. Şehir büyük bir makine, bizde makinede olan çarkın bir dişlisinden biri olmuşuz. Koca şehirler bizi yutarken zamanımız kum saati gibi akıyor. Kum saatinin üstündeki boşluk gittikçe büyüyor altındaki boşluk ta gittikçe doluyor. Daha kötüsü biz bu durumun farkında bile değiliz. Tükeniyoruz. Etrafımızdaki güzellikleri göremiyoruz.
Hayatımız, yaşam savaşı içinde hızlı bir şekilde tükenirken çevremizde olan biteni göremiyoruz. Güzellikleri kaçırıyoruz. Tıpkı Washington metro istasyonunda dünyaca ünlü kemancı konser verirken gelen giden insanlar nasıl bu insanı fark edemiyorsa, bizde koşuşturmadan sağımızda solumuzda olan güzellikleri fark etmeden zamanımızı dolduruyoruz.
Bu durum sadece büyük şehirler için geçerli değil. Doğada yürüyoruz kafamız dolu neyi nereye ve nasıl koyacağımızla meşgulüz. Tüm bunları düşünürken ayağımızla bilmeden papatyaları eziyoruz. Etrafımıza bakmıyoruz etrafımızdaki çiçeklerin güzelliğini görmüyoruz. Düşünceler gözlerimizi perdelemiş.
Hayat kısa, insan dünyaya bir kere geliyor. Koşmayı bırakın, yavaşlayın, derin nefes alın ve etrafınıza bakın. Etrafta da farklı bir hayat var. Otobüste yolcu isen gideceğin yere odaklanma… Pencereni aç, giderken yüzünü tatlı bir yel okşasın. Derin nefes al. Pencereden dışarıyı seyret, dışarısı çok güzel dışarıyı seyredersen varmak istediğin yere daha çabuk varırsın. Sürekli saate bakmak zorunda kalmazsın.
Yürüyorsan da etrafı görmeye başla, huzur sizin kapınızı çalacaktır. Güneşin sıcaklığı yüreğini ısıtacak, doğa seni bir başka selamlayacak. O zaman içinde akan kum saatini ters çevireceksin. Hayatın çarklar arasında ezilmeyeceksin. Hayatına hayat katacaksın. Yüzün güneşe dönük olacak ve gölgeni görmeyeceksin. Çünkü sen hayatla barışmış olacaksın.
Hayat kısa her şey olacağına varıyor.