Vizyon Kuyumcu
Kenan ERZURUMLU
Köşe Yazarı
Kenan ERZURUMLU
 

Terazili Kadının Terazisi: IV

Osmanlı döneminden günümüze kalmış bir özdeyiştir, bu cümle. Dahası da vardır. “Baş başa; baş şeriata bağlıdır.” denir ve eklenir: “Şeriatın kestiği parmak acımaz.”   Halkımız arasında yaygın olan bu deyimler, kelimelerin en yaygın ve basit anlamları ile kullanıldığı, “adalete bakışı” gösteren ifadelerdir.   “Şeriatın kestiği parmak acımaz” deyimi belki de en sık kullanılanıdır. Hemen belirtelim: buradaki şeriat kelimesi en çok kullanılan ve tartışılandır.   Kamuoyumuzda öyle bir hava oluşmuştur ki, inanan bir kişinin “şeriata karşıyım” demesi yürek gerektirmektedir. Zira, din bezirganlarının saptırılmış ifadeleri ile “şeriat=islâm”dır. “Şeriata karşıyım” diyen herkes, “İslâm’a karşı”lık suçlamasına muhatap olmaktadır.   Doğru mudur?   Geliniz kısaca bakalım.   Şeriatın (daha güncel ifade ile fıkıh’ın) temeli “edile-i şeriye” olarak tanımlanmıştır. Hadisler ve sünnetlerde cahiliye Arap örf ve adetlerinin etkileri olduğu açıktır. Tabii ki, söz konusu örf ve adetlerin Kur’an’ın özüne aykırı olmamaları esas olmuştur. Bu yüzdendir ki, Peygamber Efendimiz tarafından önce mubah görülen “içki” ve “mut’a” gibi bazı konular, bilahare ayetlerle yeniden düzenlenmiştir. Daha sonraki dönemlerde fıkhın temelleri arasına yüzleri bulan sayıda yeni dayanaklar eklenmiştir.   İmâm-ı Âzam, içtihatlarında mahalli örf ve adetlerin (Kur’an’ aykırı olmadıkları sürece) İslâm hukukunda yeri olduğunu savunmuş ve her toplumun kendi kabulleri varken, İslâm adına Arap örf ve adetlerine uyma şartı olmadığını ileri sürmüştür. Hanefîliğin, Arap dışı Müslüman toplumlarda en yaygın mezhep olmasının sebeplerinden birisi (belki birincisi) de budur.   Şeriat kelimesi geçen deyimlerde kastedilen, yasalara uygun ve hakkaniyetle verilen kararların kimseyi incitmeyeceğidir. Bu genel kabul noktasında, adaleti temsil eden hâkim ve savcıların mutlak tarafsız ve hakkaniyet ilkeleri içerisinde davranmaları gerekir. Zira, bir gün gelir ki, adalet kendilerine de lazım olur. Cübbe ile girdikleri salonlarda davacı veya davalı tarafta yer alabilirler. İşte bu yüzden, mahkemeler kadıların (hâkim ve savcıların) mülkü değildir. Mülkün (devlet), kurucusu ve sahibi millettir. “Hakimiyet, kayıtsız şartsız milletindir” özdeyişindeki kasıt da budur.   Bu genel değerlendirmelerden sonra gelelim adalet dağıtıcılarına.   Çalışma hayatının şartları, meslek gruplarında kendine has davranış şekilleri gelişmesine yol açar. Örnekleyelim:   Genellikle, hayatının gençlik ve olgunluk dönemlerin otuzdan fazla yılını asker olarak geçiren kişi, emekli olduğunda sosyal hayata uyum sıkıntıları yaşar. Emir alma-verme şeklinde geçen bir hayattan sonra davranış ve hitap şekillerinin birden bire değişmeleri mümkün olmaz. Keza saçı-sakalı-favorisi uzun (hippi saçı-sakalı görünümlü) emeklilik çağındaki kişilerin büyük çoğunluğu askerlerdir.   İlkokul öğretmenleri, uzun yıllar çocuklarla uğraşmaya bağlı olarak, kişileri yönlendirmeye ve eğitmeye eğilimlidirler.   Bu sebeplerle askerler ve öğretmenler emeklilik dönemlerinde, herhangi bir yerde yönetici olduklarında katı kuralcı olurlar.   Hakim ve savcılara gelince…   Staj dönemlerinde adliye içerisinde ve sosyal hayatlarında çevresindekilere mesafeli davranmaları “şiddetle” tavsiye edilir. Adliyenin diğer personeli ve avukatlar da buna dâhildir. Hâkimlerin ve savcıların sosyal ilişkileri zayıflar; giderek yalnızlaşırlar.   Kırk yıllık bürokratın karşısında bacak-bacak üstüne atan kişi, 25 yaşındaki hâkim-savcı karşısında önünü ilikler. Mahkemelere giren avukatlar, hâkimlerle takışmamaya azamî dikkat gösterirler. Çünkü aksi takdirde hâkimler takdir haklarını aleyhlerine kullanabilirler.   Nedir takdir hakkı derseniz? Hukukun garabeti. Her türlü suçu işleyenler, mahkeme çıkarken traş olup, takım elbise giyip, önlerini iliklerlerse; savunurken hâkim ve savcılarla tartışmaya girmezlerse cezalarından indirim yapılıyor. Hâkim yasalarla açık belirlenmeyen (sınırları çizilmeyen) bir hakkı kullanıyor; cezada indirim yapıyor.   Bu da yetmiyor…   Sözü kesilmeyen-itiraz edilemeyen hâkim veya savcı, kendisini adliyenin mutlak yetkilisi olarak görmeye; daha da kötüsü “yönlendirme”ye başlar ve sonuçlarını takdir hakkına ekler.   Ve…   Bir gün “kral çıplak diyen çocukla” veya “Molla Kasım”la karşılaşmaları kaçınılmaz olur. Hele ki, “Kral çıplak diyen çocuk” veya “Molla Kasım” cemiyetçiliği, eristik diyalektiği, hitabeti ve beden dilini biliyorsa….   Ne demişti Ziya Paşa: “En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun, Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?”   …   “Kral çıplak” diyen çocuğu herkes bilir ama “Molla Kasım”ı bilmeyenler olabilir. Kısaca anlatayım:   Yunus’un vefatında bir nice yıl sonra, 3000 şiirden oluşan divanı Molla Kasım diye hikmetten nasibi az olan birinin eline geçer.   Molla Kasım, bağlık bahçelik bir yere oturur ve okumaya başlar. 1000 şiiri okuduğunda, “bunlarda bir şey yokmuş” der ve okuduklarını yakar. Bir süre sonra bir su kenarında kalanları okumaya başlar. 1000 nefes daha okur ve “bunlarda da bir şey yokmuş” diyerek suya atar. 2001. şiire geldiğinde Yunus’un mahlas beyti ile şoke olur. Şöyle demiştir Koca Yunus: “Miskin Yunus gel bu sözü eğri büğrü söyleme Seni de sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.” Molla Kasım bu beyit üzerine Yunus’un büyüklüğünü anlar. Kalan bin şiire dokunmaz. Derler ki: bugün okuduğumuz Yunus nefesleri Molla Kasım’dan kurtulan bin şiirdir.   …   Sözün kısası: adalette keyfilik olmamalıdır. Suç-ceza-hukuk yasalarla belirlenmelidir. “Hayatın normal akışı” toplumun genel kabullerine bağlıdır. Saçma sapan ifadeler –olaylar karşısında geçerlidir.   “Takdir hakkı”, keyfiliğin başlangıcıdır. Kişisel olarak hâkime takdir hakkı yetkisi veren adalet, sivil vatandaşların, -yasalara uydurmak koşulu ile- her türlü suçu işleyip ceza görmemesini eleştiremez. Bu sebepledir ki, mafya tüm toplumlarda bulunmakta; işlerini yasal kılıflara uydurduğu için varlığını devam etmektedir.   Bu günkü yazımızı Abdurrahim Karakoç rahmetlinin “Hakim Beğ” şiirinden kıtalarla tamamlayalım.   Gene tehir etme üç ay öteye, Bu dava dedemden kaldı hâkim beğ. Otuz yıl da babam düştü ardına;  Siz sağ olun, o da öldü hâkim beğ.   …..   Yaşım yetmiş iki, usandım gel-git; Bini buldu burda yediğim zılgıt. Eğer diyeceksen: ‘bana ne, öl git!’ Oğlumun da oğlu oldu hâkim beğ.   …..   Kabahat sizde mi, kanunlarda mı? Şaşırdım billâhi yolu yordamı.. Kızma sözlerime alam gadanı, Sıkıntıdan içim doldu hâkim beğ.   ...   Devam edeceğiz..
Ekleme Tarihi: 16 Mart 2023 - Perşembe
Kenan ERZURUMLU

Terazili Kadının Terazisi: IV

Osmanlı döneminden günümüze kalmış bir özdeyiştir, bu cümle. Dahası da vardır. “Baş başa; baş şeriata bağlıdır.” denir ve eklenir: “Şeriatın kestiği parmak acımaz.”

 

Halkımız arasında yaygın olan bu deyimler, kelimelerin en yaygın ve basit anlamları ile kullanıldığı, “adalete bakışı” gösteren ifadelerdir.

 

“Şeriatın kestiği parmak acımaz” deyimi belki de en sık kullanılanıdır. Hemen belirtelim: buradaki şeriat kelimesi en çok kullanılan ve tartışılandır.

 

Kamuoyumuzda öyle bir hava oluşmuştur ki, inanan bir kişinin “şeriata karşıyım” demesi yürek gerektirmektedir. Zira, din bezirganlarının saptırılmış ifadeleri ile “şeriat=islâm”dır. “Şeriata karşıyım” diyen herkes, “İslâm’a karşı”lık suçlamasına muhatap olmaktadır.

 

Doğru mudur?

 

Geliniz kısaca bakalım.

 

Şeriatın (daha güncel ifade ile fıkıh’ın) temeli “edile-i şeriye” olarak tanımlanmıştır. Hadisler ve sünnetlerde cahiliye Arap örf ve adetlerinin etkileri olduğu açıktır. Tabii ki, söz konusu örf ve adetlerin Kur’an’ın özüne aykırı olmamaları esas olmuştur. Bu yüzdendir ki, Peygamber Efendimiz tarafından önce mubah görülen “içki” ve “mut’a” gibi bazı konular, bilahare ayetlerle yeniden düzenlenmiştir. Daha sonraki dönemlerde fıkhın temelleri arasına yüzleri bulan sayıda yeni dayanaklar eklenmiştir.

 

İmâm-ı Âzam, içtihatlarında mahalli örf ve adetlerin (Kur’an’ aykırı olmadıkları sürece) İslâm hukukunda yeri olduğunu savunmuş ve her toplumun kendi kabulleri varken, İslâm adına Arap örf ve adetlerine uyma şartı olmadığını ileri sürmüştür. Hanefîliğin, Arap dışı Müslüman toplumlarda en yaygın mezhep olmasının sebeplerinden birisi (belki birincisi) de budur.

 

Şeriat kelimesi geçen deyimlerde kastedilen, yasalara uygun ve hakkaniyetle verilen kararların kimseyi incitmeyeceğidir. Bu genel kabul noktasında, adaleti temsil eden hâkim ve savcıların mutlak tarafsız ve hakkaniyet ilkeleri içerisinde davranmaları gerekir. Zira, bir gün gelir ki, adalet kendilerine de lazım olur. Cübbe ile girdikleri salonlarda davacı veya davalı tarafta yer alabilirler. İşte bu yüzden, mahkemeler kadıların (hâkim ve savcıların) mülkü değildir. Mülkün (devlet), kurucusu ve sahibi millettir. “Hakimiyet, kayıtsız şartsız milletindir” özdeyişindeki kasıt da budur.

 

Bu genel değerlendirmelerden sonra gelelim adalet dağıtıcılarına.

 

Çalışma hayatının şartları, meslek gruplarında kendine has davranış şekilleri gelişmesine yol açar. Örnekleyelim:

 

Genellikle, hayatının gençlik ve olgunluk dönemlerin otuzdan fazla yılını asker olarak geçiren kişi, emekli olduğunda sosyal hayata uyum sıkıntıları yaşar. Emir alma-verme şeklinde geçen bir hayattan sonra davranış ve hitap şekillerinin birden bire değişmeleri mümkün olmaz. Keza saçı-sakalı-favorisi uzun (hippi saçı-sakalı görünümlü) emeklilik çağındaki kişilerin büyük çoğunluğu askerlerdir.

 

İlkokul öğretmenleri, uzun yıllar çocuklarla uğraşmaya bağlı olarak, kişileri yönlendirmeye ve eğitmeye eğilimlidirler.

 

Bu sebeplerle askerler ve öğretmenler emeklilik dönemlerinde, herhangi bir yerde yönetici olduklarında katı kuralcı olurlar.

 

Hakim ve savcılara gelince…

 

Staj dönemlerinde adliye içerisinde ve sosyal hayatlarında çevresindekilere mesafeli davranmaları “şiddetle” tavsiye edilir. Adliyenin diğer personeli ve avukatlar da buna dâhildir. Hâkimlerin ve savcıların sosyal ilişkileri zayıflar; giderek yalnızlaşırlar.

 

Kırk yıllık bürokratın karşısında bacak-bacak üstüne atan kişi, 25 yaşındaki hâkim-savcı karşısında önünü ilikler. Mahkemelere giren avukatlar, hâkimlerle takışmamaya azamî dikkat gösterirler. Çünkü aksi takdirde hâkimler takdir haklarını aleyhlerine kullanabilirler.

 

Nedir takdir hakkı derseniz? Hukukun garabeti. Her türlü suçu işleyenler, mahkeme çıkarken traş olup, takım elbise giyip, önlerini iliklerlerse; savunurken hâkim ve savcılarla tartışmaya girmezlerse cezalarından indirim yapılıyor. Hâkim yasalarla açık belirlenmeyen (sınırları çizilmeyen) bir hakkı kullanıyor; cezada indirim yapıyor.

 

Bu da yetmiyor…

 

Sözü kesilmeyen-itiraz edilemeyen hâkim veya savcı, kendisini adliyenin mutlak yetkilisi olarak görmeye; daha da kötüsü “yönlendirme”ye başlar ve sonuçlarını takdir hakkına ekler.

 

Ve…

 

Bir gün “kral çıplak diyen çocukla” veya “Molla Kasım”la karşılaşmaları kaçınılmaz olur. Hele ki, “Kral çıplak diyen çocuk” veya “Molla Kasım” cemiyetçiliği, eristik diyalektiği, hitabeti ve beden dilini biliyorsa….

 

Ne demişti Ziya Paşa:

“En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun,

Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?”

 

 

“Kral çıplak” diyen çocuğu herkes bilir ama “Molla Kasım”ı bilmeyenler olabilir. Kısaca anlatayım:

 

Yunus’un vefatında bir nice yıl sonra, 3000 şiirden oluşan divanı Molla Kasım diye hikmetten nasibi az olan birinin eline geçer.

 

Molla Kasım, bağlık bahçelik bir yere oturur ve okumaya başlar. 1000 şiiri okuduğunda, “bunlarda bir şey yokmuş” der ve okuduklarını yakar. Bir süre sonra bir su kenarında kalanları okumaya başlar. 1000 nefes daha okur ve “bunlarda da bir şey yokmuş” diyerek suya atar. 2001. şiire geldiğinde Yunus’un mahlas beyti ile şoke olur. Şöyle demiştir Koca Yunus:

“Miskin Yunus gel bu sözü eğri büğrü söyleme

Seni de sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.”

Molla Kasım bu beyit üzerine Yunus’un büyüklüğünü anlar. Kalan bin şiire dokunmaz. Derler ki: bugün okuduğumuz Yunus nefesleri Molla Kasım’dan kurtulan bin şiirdir.

 

 

Sözün kısası: adalette keyfilik olmamalıdır. Suç-ceza-hukuk yasalarla belirlenmelidir. “Hayatın normal akışı” toplumun genel kabullerine bağlıdır. Saçma sapan ifadeler –olaylar karşısında geçerlidir.

 

“Takdir hakkı”, keyfiliğin başlangıcıdır. Kişisel olarak hâkime takdir hakkı yetkisi veren adalet, sivil vatandaşların, -yasalara uydurmak koşulu ile- her türlü suçu işleyip ceza görmemesini eleştiremez. Bu sebepledir ki, mafya tüm toplumlarda bulunmakta; işlerini yasal kılıflara uydurduğu için varlığını devam etmektedir.

 

Bu günkü yazımızı Abdurrahim Karakoç rahmetlinin “Hakim Beğ” şiirinden kıtalarla tamamlayalım.

 

Gene tehir etme üç ay öteye,

Bu dava dedemden kaldı hâkim beğ.

Otuz yıl da babam düştü ardına;

 Siz sağ olun, o da öldü hâkim beğ.

 

…..

 

Yaşım yetmiş iki, usandım gel-git;

Bini buldu burda yediğim zılgıt.

Eğer diyeceksen: ‘bana ne, öl git!’

Oğlumun da oğlu oldu hâkim beğ.

 

…..

 

Kabahat sizde mi, kanunlarda mı?

Şaşırdım billâhi yolu yordamı..

Kızma sözlerime alam gadanı,

Sıkıntıdan içim doldu hâkim beğ.

 

...

 

Devam edeceğiz..

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve samsunetikhaber3.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.