“Efendi! Böyle olur bizde sınav-mülakat dediğin”
Hemen belirtelim: bizde devlet memurluğu için yapılan mülakatlar liyakatin değil; siyasetin tercihidir.
Komisyon kurulur. Sorular temin edilir. Soruların çalınmaması için dualar edilir. Gece gündür çalışmış üniversite mezunları imtihana girer ve sınav sonuçları açıklanır.
Esasında bu sınav formalitedir.
Çünkü ne aldığın notun, ne de sıralamadaki yerinin önemi yoktur. Zira notlar ve sıralama her an değişebilir. Hatta o kadar ki, asılan listeler 5 dakika sonra tamamen farklı olarak yeniden asılabilir.
Aldığınız puanın da önemi yoktur. Zira sizi “mülakat” beklemektedir. Yazılı sınavdan 100 alan bir aday mülakattan “10-20” alabilir. Buna mukabili, -söz gelimi- yazılı sınavdan 30 alan bir aday mülakattan 100 aldığında her şey değişir.
Mülakatta 100 almanın yolu nedir? Derseniz… Onun yolunu herkes bilir ama konuşmaz.
(Akademik hayatta tezlerle ilgili yazılı olmayan bir kuraldan bahsedilir: Tezin konusu, hazırlanması, yazılması, yazanı önemli değildir. Arkada duran “tez danışmanı” her şeydir.)
Neyse konuya dönelim…
Sınav komisyonu bir masanın etrafında oturur. Daha önceden kendilerine verilmiş liste istikametinde adayları alır ve havadan-sudan sorular sorarlar. Sonuç –kendilerine verilmiş liste istikametinde açıklanır.
Ve…
Kıyametler kopar.
Yazılı sınavdan tam puan veya ona yakın puan alan adaylar mülakatta rahatlıkla başarısız olabilir. Zira, sınav heyetinin sorularını ve cevaplarını tespit etmek mümkün değildir. Mülakatta kriterlerin ne olduğu da belirsizdir.
Sonuç: çok düşük puanlarla devlet memuriyetine giren kişiler olur.
O kişiler sıradan odacı veya hizmetli değildirler. Vali-kaymakam-mühendis- hakim-savcı-öğretmen olurlar ve devletin geleceği hakkında kararlar verirler.
Aradan 10-15 yıl geçtikten sonra ise, “bu devleti-kurumu-mülkü ancak biz yönetiriz” diyen; herkese tepeden bakan bürokratlar olurlar.
Bu sistem doğru mu çalışıyor? Derseniz..
Osmanlı’da Kanu8ni’den beri yerleşen hastalık, cumhuriyette de maalesef devam etmiştir.
Yeni Osmanlıcıların bürokraside hakim olması ile daha da etkinleşmiştir. Ve bizler, bugün, Kanunî dönemini, Zembilli Ali Efendi’yi hasretle anıyoruz.
Kanuni Sultan Süleyman Han, vefat ettiğinde şahsına ait özel küçük bir sandığın kendisi defnedilirken mezarda yanına konulmasını vasiyet etmişti. Vefatında, defin sırasında, vasiyeti üzerine sandık mezara konmak istendiğinde, Şeyhülislam Ebussuud efendi, “dini mübine yani İslam'a uymaz” diyerek karşı çıktı. .
Sonuçta, küçük sandık mezara konulmadı. Bilahare sandık açıldığında, Kanuni'nin yapacağı işlerin, vereceği kararların dine uygun olup olmadığı hakkında Şeyhülislam’dan aldığı fetvalarla dolu olduğu görüldü. Bunun üzerine Ebussuud Efendi’nin, "Hey büyük sultan, sen Allah katında kendini temize çıkardın, mesuliyeti bize yıktın, biz nasıl bunun altından kalkacağız bakalım" diye ağladığı nakledilmiştir.
Zamanımızda şeyhülislamlar yok; muadilleri var. Bu kıssa da onlara kapak olsun.
…
Biz yine dönelim mülakatlara…
Yanlış anlaşılmasın: ben şahsen mülakatlara değil; mülakatlardaki adaletsizliğe ve keyfiliğe karşıyım. Ötesinde özel yetenek-brikim gerektiren görevler için gerekli görüyorum.
Hatta mülakat komisyonlarının seçimi için şartlar konulması, yetkilerinin artırılması ve mülakat yönetmeliği hazırlanması gerektiğine inananlardanım.
Niçin mi?... Örnekleyelim…
Özel kabiliyet gerektiren meslek gruplarında sadece yazılı sınavla eleman seçmek yanlış olacaktır.
El becerisi olmayan bir genç doktorun, cerrahi branşı seçmesi yanlıştır. Keza psikolojik sorunları bulunan kişilerin halkla muhatap olacağı kadrolarda istihdam edilmeleri problemler yaratacaktır.
Görme ve işitme yeteneklerinde kayıp olan 20-25 yaşındaki bir kişiyi şoför olarak istihdam etmek sakıncalı olacaktır. (Heyet – sağlık raporu diyip beni güldürmeyiniz)
Kim ne derse desin, bekar ve çocuksuz bir genç kıza ana okulu veya eğitim öncesi sınıf öğretmenliği yaptırmamak gerekir.
Belli bir yaşa gelmiş ve hala bekar-çocuksuz bir öğretmeni ilk okullarda görevlendirmemek gerekir. (-Allah rahmet eylesin-; Ortaokul ve liseden öğretmenim olan Şükrü Altunhalka, “Ben öğretmenliğimi iki döneme ayırıyorum. Çocuğun ne anlama geldiğini kendi çocuklarım olunca anladım.” demişti.)
Devam edeceğiz…..