ABD eski Türkiye büyükelçisi ve CIA Türkiye masası eski istasyon şefi Paul Bernard Henze’nin (1924-2011), 2006’da Beyaz Saray’a sunduğu Türkiye raporunda çok enteresan ifadeler yer almıştı.
Henze, şöyle diyordu: “Türkiye’nin bu şekliyle, Amerikan politikalarının yanında olacağından emin olamayız. Ülkeyi kuranlar, denetim mekanizmasını çok sıkı tutmuşlar. Hükümeti ikna ettiğimizde Meclis; Meclis’i ikna ettiğimizde, ordu; orduyu ikna ettiğimizde yargı karşımıza geçebiliyor. Eğer Amerika’nın çıkarı Türkiye’de bir federal devlet kurulması ise mutlaka ve öncelikle yargı, ordu, Meclis ve hükümeti tek elde toplayan başkanlık rejimine geçilmelidir. Bir kişiyi ikna etmek, birbirini denetleyen yapıyı ikna etmekten çok daha kolay olacaktır. Eğer o bir kişi Amerikan çıkarlarını yardım etmek konusunda tereddüt ederse, bir kişi üzerine kurulmuş yapıyı yıkmak Amerika için sorun olmaz.”
Esasında bu rapor, 100 yıldır devam eden, deklare edilmemiş, Osmanlı-Türkiye-ABD sürtüşmesinin açığa vurulmamış yeni bir sayfasının kayıtlara geçmesi idi.
AKP’nin iktidarda kaldığı süre içinde yaşananlar göz önüne alındığında, Türkiye’nin yaşadığı sorunlar ve içine düştüğü kaosun nereden kaynaklandığı açıkça görülmektedir.
1991’de Sovyetler Birliği çökmüştü. NATO’nun en temel stratejilerinden biri olan, Sovyetler Birliği Ordularını, 1 milyonluk Türk ordusunun kanı ve canı pahasına Kars-Erzurum platosunda duraksatması planı önemini kaybetmişti.
Ama olayın geçmişi buy kadardan ibaret de değildi.
Olay, Amerikan misyonerlerine, müttefiklerle beraber İzmir önlerine gelen ABD harp gemilerine, 1852’de verdiği sözleri 1954’te yerine getirmeyen ABD-NATO yönetimine kadar uzansa da; ABD’nin 1991’de dağılan Sovyetler Birliği’nden sonra, “Türkiye’ye ihtiyacının kalmadığı” düşüncesinden kaynaklanıyordu.
Bill Clinton tarafından Mayıs 1997’de imzalanan “Yeni bir Yüzyıl için Ulusal Güvenlik Stratejisi” ne göre, “ABD çıkarlarına dayanan ekonomik milliyetçiliğin”, gerekirse silah gücüyle dünyaya egemen kılınması öngörülüyordu. Aynı belgeye göre, Hazar Havzası (Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan, Kafkasya, İran, Kuzey Irak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu) dünyanın artan enerji talebini karşılamada önemli bir rol oynamaya aday olduğundan, ABD için hayatî öneme sahiptir. Türkiye bu bölgelerde ABD menfaatlerine uygun davranmalıydı.
Ama Türkiye’nin hayalleri başkaydı. Türkiye, 1991-1997 arasında eski Sovyetler Birliğinin etki sahasında olan Türk devlet ve toplulukları ile temasa geçerken, “Adriyatik’ten Çin Denizine” uzanan rüyalar görmeye başlamıştı. O rüyaların gerçekleşmesi ABD’nin işine gelmiyordu. Onların istediği FETÖ tarzı Türk dış politikası idi.
Son yüzyılda ABD’nin güvenilmezliği konusunda yeterince acı tecrübeler yaşamış olan Türkiye’nin 1997 Clinton’un “Yeni bir Yüzyıl için Ulusal Güvenlik Stratejisi” stratejisine cevabı, 1997’de Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun Kara Kuvvetleri Komutanı olduğu dönemindeki MASK değişikliği oldu.
MASK (Milli, Askeri Strateji Konsepti), Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel stratejilerini belirleyen, 2945 Sayılı Kanun’un 2(b) maddesinde “milli güvenliğin sağlanması ve milli hedeflere ulaşılması” amacı ile Milli Güvenlik Kurulu’nun belirlediği görüşler dahilinde oluşturulan, “GİZLİ” belgedir. Millî Güvenlik Siyaset Belgesi gizli olmakla birlikte günün şartlarına göre eklemeler, çıkartmalar ve değişiklikler yapılmaya açıktır.
1997’de yapılan MASK değişikliği, ABD’nin Ortadoğu’daki kenar kuşak (rimland) stratejisine bir cevaptır.
1997 tarihli MASK, altı temel konu içermektedir: “Caydırıcılık, kollektif güvenlik, ileriden savunma, ilerden karşılama, gücün yeniden yapılanması-yansıtılması ve kriz yönetimine askerî katkı”... Bu ilkeler, NATO tarafından Türkiye’ye yüklenen “Sovyetlerin Kars-Erzurum Platosu’nda durdurulması” stratejisinin çok ötesinde hedeflerin ortaya konulmasıdır. Türkiye için tehdit olabilecek hareketlerin yerinde önlenmesini amaçlamaktadır. Nitekim, Ağustos 1997’de KKK olan Org Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun yaptığı bir açıklamada, “Ordunun uzun mesafelere sür’atle intikal ettirilmesi, yüz yüze olduğumuz tehditler ve var sayabileceğimiz risk ve sorumluluklar açısından hayati önemdedir” demesi ciddi rahatsızlık doğurmuştur. Daha sonra Genelkurmay Başkanı olan Kıvrıkoğlu, Genelkurmayı başkanı olup da ABD’yi ziyaret etmeyen tek kişi olarak tarihe geçmiştir.
ABD’nin bu değişikliğe cevabı, “...Türkiye’nin bölgede bağımsız bir güvenlik faktörü olarak güçlenmesi ve artan askeri gücü, istikrarsızlığı artırmaktadır[1] cümlesiyle özetlenmişti.
Sonuçta, 1999-2002 arasında siyaset sahnesinde milli-dinamik güçleri temsil eden kadrolar pasifize edildi. Emrivaki şeklinde yapılan seçimle “our boys” Erdoğan iktidara getirildi.
Bilerek veya bilmeyerek Erdoğan iktidarına zemin hazırlayan bazı NATO paşaları ve yoldaşları siyasi iktidara karşı çıkmaya başladılar.
2002 yılında İstanbul'da Harp Akademileri Komutanlığı'nca düzenlenen "Türkiye'nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl Oluşturulur?" konulu sempozyumda program dışı konuşma yapan MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç, Türkiye'nin eski cumhurbaşkanları Kenan Evren ve Süleyman Demirel'in yanısıra bilimadamları, akademisyenler, diplomatlar ve işadamları katıldı. AB'nin Türkiye'yi ilgilendiren sorunlara menfi baktığını ve Türkiye'nin, Avrupa Birliği'nden (AB) en ufak bir yardım görmediğini belirterek, " Bu nedenle Türkiye başka ülkelerle işbirliği yapmalı. Türkiye'nin mümkünse, Amerika'yı gözardı etmeden Rusya ve İran'ı da içine alacak şekilde bir arayış içerisinde olmasında fayda buluyorum" dedi.
O zamanda aklıma takılmıştı? Halen de öylece duruyor. O toplantıda iki eski cumhurbaşkanının yanında kimler, Tuncer Kılınç’ın sözlerine sessizce destek verdiler?
Şüphesiz Tuncer Kılınç bir gerçeği dile getirmişti. Rütbesi ve TSK’daki konumu söylediklerine çok daha fazla anlam katıyordu.
Kıyamet koptu.
Hemen ardından Org. Ergin Saygun olayı gerçekleşti. ABD yönetimi özür dilerken tehdittende geri durmadı.
(Devam edeceğiz.)
[1] Nuran Wolfschwenger, Bu Yazıyı Ben Değil Yiğit Bulut Yazdı. http://www.odatv.com/n.php?n=bu-yaziyi-ben-degil-yigit-bulut-yazdi-1610131200