Hariciye (Dış İlişkiler)
İnsanlar toplum, devletler uluslararası dengeler içinde yaşarlar. Tarih denen koca yargıcın hükmüne esas aldığı kuralların başında, “milletler mücadelesi” gelir.
Rivayet olunur ki, M.Ö. 390 yıllarında Galyalıların lideri Brennus İtalya’ya girerek, Roma’ya kadar ilerler ve Roma yı kuşatır. Romalıların yaklaşık 327 kilo ağırlığında altını fidye olarak verme karşılığında, kuşatmayı kaldırmaya karar verir. Romalılar fidye için istenen miktarda altını getirirler. Ancak tartı sırasında Galyalıların hile ile daha fazla altın almak için ağırlıkları yanlış ölçtüklerini görürler. Galyalılara durumu şikâyet ettiklerinde, Galyalı Brennus ağır, demir kılıcını da terazinin kefesine atar ve tarihe geçen sözü söyler: "Vae victis (Mağlupların vay haline!)" (Aynı sözün Attila tarafından söylendiği de ileri sürülmüştür.)
Uluslararası ilişkilerde dostluk-arkadaşlık yoktur: dengeyi sağlayan faktörler, ulusal menfaatler, güç ve zenginliktir.
Küresel güç (devlet) olmanın şartları,
- Askeri sahada, deniz aşırı (etki sahalarında ve küresel olarak) askerî harekat kapasitesi,
- Nükleer silahların bulunması,
- Üretime ve ticarete bağlı milli sermaye,
- Kıtalar arası rimland (etki-çevre sahası) mevcudiyeti,
- Deniz ticaretine ve enerji nakil hatlarına hakimiyet (söz sahibi olma),
- “Hayır” diyebilme potansiyeli,
- Oyun kuruculuk (planlayıcılık) potansiyeli,
Geliniz, Türkiye’nin büyük devlet olması için gereken şartlarını kısaca gözden geçirelim.
1.TSK’nin, yalnız başına uzak deniz aşırı bölgelerde harekat yapma kabiliyeti sınırlıdır. Uçak gemisi yoktur. Tanker uçaklar ve savaşan uçaklar için dışarıya bağlıdır.
2. Türkiye’nin nükleer silahı yoktur. (En azından kendine ait ve/veya kendi kontrolünde olan)
3. Üretime dayalı milli sermaye olmadığı gibi tamamen tüketime yönelmiş, MİRASYEDİ konumundadır. Dahası da mirası yiyenler mutlu azınlıktır.
4. Türkiye’nin, kıtalar arası veya bölgesel etki sahaları Arap coğrafyası ile sınırlıdır. Diğer Müslüman ülkeler ve kan kardeşlerimizle ilişkiler ikinci planda kalmaktadır.
5. Deniz ticaretinde yok denecek düzeydeyiz. Enerji boru hatlarındaki söz hakkımız ya kardeş cumhuriyetlerin bize sağladıkları veya batılı güç odaklarının mecbur kaldıklarından ibarettir.
6. “Hayır diyebilen Türkiye”yi ve devlet adamlarını hala arıyoruz.
7. Yönetenlerimizin oyun kuruculuk vasfı sadece ülke sınırları içerisinde geçerlidir.
“Niye böyle olduk?” derseniz…
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde çağdaş medeniyet seviyesini yakalayıp aşmak düşüncesini telaffuz eden ve bu uğurda çalışan iki devlet adamımız olmuştur.
Birincisi ve en üstün vasıflı olanı Atatürk’tür. İkincisi ise –maalesef sürekli önü kesilen ve korkulan Alparslan Türkeş’tir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Türk Milleti’nin en büyük şanssızlığı Atatürk’ün erken ölümüdür.
Atatürk zamanında başlayan sanayileşme ve kalkınma hamleleri, ölümünden sonra akamete uğramışl; yerine gelen tüm idarecilerde Batı’ya yamanma-yaranma hastalığı salgını görülmüştür.
NATO’ya girişle beraber tüm sosyal ve iktisadi yapımız kökünden sarsılmıştır. Artık Türkiye’nin hedefi kalkınmak, çağdaş uygarlığı geçmek değildir. NATO planları çerçevesinde verilen demode silahlarla, Komunist blokun muhtemel askeri harekâtını Kars-Erzurum platosunda durdurmaktır. Çizilen program dahilinde sanayiye, modern silahlara, hatta JÜPİTER FÜZELERİNE, üretime, ekonomik gelişmeye bile ihtiyaç yoktur. Hepsi Batı’dan karşılanacaktır.
Tabii ki, denilenlerin yapılması şartıyla…
Aksi takdirde, Jüpiter füzeleri, heartland (anakara-ana yurt, ABD) korunması için sökülür, 10/7 kuralına göre yapılan ekonomik yardımlar, Rum-Yunan lobisine taviz amacı ile kesilir ve verilen silahların haklı davamızda (Kıbrıs) kullanılmasından dolayı ambargo uygulanır.
Bizim devlet adamlarımız ve hariciyemiz hala masallarla uyutulmaktadır.
En büyük utanılacak masalı da, 1971-72’de Başbakanlık yapan Nihad Erim, 19 Eylül 1949 tarihinde İzmit’te anlatmıştır: “Eğer bir dış felakete uğramazsak, ben memleketin geleceği için çok ümitliyim. Yakın bir gelecekte, Türkiye küçük bir Amerika hâline gelecektir. Bugün biz yalnız değiliz. 1945 ile mukayese ettiğimiz zaman, çok daha iyi vaziyetteyiz.”
…
Türkiye’nin dış politikası ve etki sahaları sadece Arap coğrafyası değildir. Zaten o coğrafya 200 yıldan beri bizim elimizden çıkmıştır. 17 Aralık 1818’den sonra Suud ailesi ile aramıza kan davası girmiştir. Suudlar bizi (Türkleri) sevmez. Biz de onların kara kaşına-gözüne hayran değiliz.
Ama..
Türkiye Cumhuriyeti’nin çevre ve etki sahalarında 3 aşamalı yapı vardır.
Birinci gruptaki bölgeler, Türk kökenli devlet ve topluluklardır ki, kardeşlerimizdir.
İkinci grupta İslâm dünyası bulunur. Bu da ikiye ayrılmalıdır. Arap olanlar ve diğerleri (mevaliler). Arap olanlar mevali kökenden olanlara kız verilmesine bile karşıdırlar. Uluslararası temaslarda Emevî ve Abbasîlerden beri süre gelen kibir-asabiye hala devam etmektedir.
Ne demişti kızını Tuğrul Bey’e vermek istemeyen Halife Halife el-Kaim Biemrillah?
“Biz Abbasi oğullarıyız. İnsanların en hayırlıları biziz! Hilafet ve insanları idare etmek kıyamete kadar bizim elimizde olacaktır. Bize sarılanlar doğru yoldadır, bizden yüz çevirenler ise şaşkın ve delalette kalacaklardır.”
Türkiye, Müslüman Dünyasına önderlik etmelidir. İslâm’ın geleceği ve Türk Cihan Hâkimiyeti ülküsü için bu elzemdir. Ancak karşılığı, Kaddafi’nin çadırında oturup laf yemek; İstiklal marşını ve Atatürk’ü unutturmak olmamalıdır.
Öte yandan..
Din kardeşliğine evet ama…
Allah’ın lanetlediği, ellerine kardeş kanı ile bulaşmış Kabil’in soyundan gelenler bizden ırak dursun..
Arabistan çöllerinde döktükleri Türk kanı bulunan elleri değil sıkmak, görmek dahi ruhumuzu incitir.
(Fenerbahçe ve Galatasaray yönetimlerinin kutluyorum. İnşallah kıvırmazlar.)
Devam edeceğiz…