Misyonerlik Değil, Hepsi Oyun
Buraya kadar anlattıklarımızı kısaca özetlersek: 16.-18 yy’lar arasında misyoner faaliyetler, Hıristiyanlığın tebliği, cemaatlerin bir araya toplanması, ve ekonomik-sosyal açılardan dayanışması- kuvvetlenmesini amaçlamıştır. amacına yöneliktir. Acıdır ki, misyonerler, inançlarının yayılmasında başarısız olurken; diğer konularda oldukça başarılı olmuşlardır.
19. yy ve 20. yy başında çalışmalarına Türk Devletini yönetecek Hıristiyan ve/veya devşirme Müslüman kadroların yetiştirilmesi amacına yönelmişlerdir. Bu amaçlarında kesinlikle başarıya ulaşmışlar; Osmanlı ekonomisine tamamen hakim olurlarken, bakanlık düzeyinde görev yapan nice kripto veya açık Hıristiyanlar görev almışlardır.
Atatürk dönemine gelindiğinde devletin millileştiği ve dış politikada etkin Türkiye görüntüsü çizilmiştir. Bu dönemde misyoner faaliyetleri veya kültür emperyalizmi konularında tartışılabilecek bir uygulama yoktur.
Ancak: -sonuçları itibarıyla- Kazım Karabekir’in çocukluk ve gençlik uygulamalarının irdelenmesi gerekir.
Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kalan ve devlet yapılanmamızı etkileyen -konumuzla ilgili- 2 olay vardır. Bu iki olay, Milli Mücadelenin kahramanlarından Kazım Karabekir ve Mareşal Fevzi Çakmak’la ilgilidir.
Fevzi Çakmak’ın 2, Kazım Karabekir’in 40 adet kitabı bulunmaktadır.
Mareşal Çakmak, Genelkurmay Başkanı görevinde olduğu sürece askeri okullara alınacak öğrenciler konusunda çok hassas davranmıştır. Hatta, öğrenciler için “Türk ırkından olmak” şartını koymuştur. Bu durum Mareşalin ölümüne kadar devam etmiştir.
General Kazım Karabekir ise, savaş döneminde ailelerini kaybeden çocukları resmi okullara yerleştirmiştir. Bu noktada dikkati çeken husus kimsesiz Rum ve Ermeni çocuklarında resmi okullara yerleştirildiğidir. (Askeri okullar, ebe okulları gibi kurumlar hariç)
Bu uygulamaların sonuçlarını anlayabilmek için Cumhuriyetin ilk yıllarındaki okur-yazar oranlarına ve devlet memuru teminine bakmak gerekir. Hemen belirtelim ki, 1927 de yapılan nüfus sayımında Türkiye'deki yetişkin nüfusun (7 yaş ve üzeri) % 10,5'i okuma yazma bildiği tespit edilmiştir. Erkeklerin % 17,4'ü ve kadınlarda % 4,6'sı okuma yazma bilmektedir. Bunların çoğu da dini eğitim sürecinde öğrenmişlerdir.
O yılları yaşamış olan büyüklerimizden dinlediğimiz iki olayı örnek olarak anlatalım:
İlkokulu bitiren kız öğrenciler doğrudan okullarına öğretmen olarak atanmaktadırlar. Ankara garında kurulan masalarda trenle gelen yolculardan okuma-yazma bilip bilmedikleri sorulmakta; olumlu cevap verenler bakanlıklara memur olarak alınmaktadır.
Dolayısıyla, okullara yerleştirilen kimsesiz azınlık çocukları, 3-5 yıl sonra mezun olduklarında doğrudan devlet memuriyetine geçme şansına sahip olmuşlardır. İnönü ve Bayar dönemine geldiklerinde bu çocuklar devlet bürokrasisi içinde lobi-grup oluşturmuşlardır. Bu lobiler zaman içinde kapalı oluşumlar olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Paralelinde, 1952 sonrasında TSK içerisinde de gruplar oluşmuştur.
Misyonerler ise, artık dini yaymaya çalışan gruplar değil; yabancı milletlerin menfaatleri için adamlarıdır.
….
1980’e kadar bürokrasiye hâkim olma çalışmalarında yeterli noktalara gelen misyoner kaynaklı lobiler, devlet yapılanmamızda “our boys”lar vasıtasıyla mutlak söz sahibi olmuşlardır.
1960’dan sonra misyonerler, yeni bir çalışma alanına yönelerek İslâmî tarikatlara sızmış ve desteklemişlerdir. (Bu konuya ilerleyen bölümlerde geniş olarak değineceğiz.)
1980’e kadar Batı blokunun ve NATO’nun elbisesini giyen misyonerler, üzerindeki kamuflajları çıkararak; açıkça “Türkiye’nin parçalanması”nı hedef almışlardır.
Bu noktada stratejileri, “ayrılıkçı güçleri desteklemek” ve “coğrafyamızda bulunan etnik azınlıklara ait Hıristiyan varlığını canlandırmaya çalışmak” olmuştur. Bunun için de “dinler arası diyalog” yutturmacasına başvurmuşlardır. Her iki çalışmada da en büyük zaafımız, İKTİDARDA BULUNANLARIN, GAFLET VE DALALETLERİ OLMUŞTUR.
Dinler arası diyalog, Vatikan’ın ve içimizdeki milliyeti reddeden Müslüman (?) grupların iş birliğidir.
Öncelikle, teokratik açıdan bakıldığında “dinlerarası diyalog” temelinden sakat bir tezdir. Zira, semavi dinleri kapsadığı iddiası kadüktür. Musevîlik, İsevîlik ve Muhammedîlik kapsam içine alınırken, diğer semavî dinler ve bazı Hıristiyan kiliseleri adı dahi anılmamaktadır. Acıdır ki, Diyanet İşleri Başkanlığımızın da yeşil ışık yaktığı bu projede Gagauz ve Türk Ortodoks Kiliseleri dışlanmıştır.
Dahası: peygamber olarak kabul etmedikleri kişiye bağlı olan dinin semavi olduklarını söylemektedirler ki: BU İKİYÜZLÜLÜKTÜR.
Dahası, Kur’an-ı Kerîm’de, Hıristiyanlık ve Musevîlikle aynı grupta sayılan Sabîlik ve Mecusîliğin de adı anılmamaktadır. Keza yine kutsal kitabımızda adı geçen 25 (+3) peygamberin ümmetleri de yok sayılmaktadır. Bu açıkça Kur’an-ı Kerim’in kutsal kitap sayılmadığının göstergesidir. Soruları cevapsız kalmaktadır.
Öte yandan, “Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve Kur’an-ı Kerîm’i kutsal kitap kabul ediyorsanız niçin Müslüman olmuyorsunuz?”, “Sizin peygamberiniz, Tanrınızın oğlu ise, Atina sokaklarına inip kadınlaran çocuk peydahlayan Eski Yunan’ın pagan baş Tanrısı’nda farkı ne?”
Dinler arası diyalog söylemleri ile aralanan kapıdan ülkemize uzanan kirli eller, harabe halindeki kalıntıların yeniden onarılması, yeniden ayinler düzenlenmesi, Fener Rum Patrikhanesinin ekümenikliği, Heybeliada Ruhban Okulu, eski Rum kalıntılarının restorasyonu konularını gündeme getirdi.
Maalesef, ülkemizde, “Ayrılıkçı güçleri desteklemek stratejisi” iyice bilinmekle beraber; etnik azınlıklara ait kimliklerin canlandırılması çalışmalarına yeterince dikkat edildiğini söylemek mümkün değildir. Zira amaçları, eski Hıristiyanlara ait mal varlıklarını, kültürel yapılarını canlı tutmak ve geçmişte bu toprakların kendilerine ait olduklarına dair kanıtlar yaşatmaktır. Keza, devlet olarak kültür politikalarımız ve uluslararası sermaye ile işbirliği içerisindeki bazı yerli sermaye gruplarımız bu işe çanak tutmaktadırlar.
Devam Edeceğiz.