İslâmiyet’i kitleler olarak kabul ettiğimiz X. asırdan itibaren, sosyal, siyasi ve idari hayatımızda köklü değişiklikler olmuştur. Hemen belirtelim diğer tüm semavi dinler gibi İslâmiyet de farklı toplumlarda (milletlerde) yayılırken, farz-sünnet-hadisi esas almakla birlikte-, milletlerin özelliklerine göre farklı kabuller göstermiştir. Sünnet ve hadis başlığı altında İslâm’ın emri gibi sunulan Arap örf-adet ve sosyal yapısı diğer milletleri de etkilemiştir. Üzücüdür ki, İslâm ile Arap örf ve adetlerini en fazla karıştıran da biz Türkler olmuşuzdur.
Devlet yapımız da, İslâm görünümlü ama İslâmla çelişen, Arap hayranlığı ve kurumsal yapılarının etkisi altına girmiş; Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti’nde, eski Türklerde, kağan seçip, yetersiz kağanları tahttan indiren “toy/kurultay meclislerinin yerini, “divan” almıştır.
Divan teşkilatı, Halife Ömer döneminde kurulmuştur (636/637). Karahanlılar, Divanla beraber Arap siyâsi ve askerî yapısını da almışlardır. Parelelinde, milli kimliğin yerini dini kimlik almış; askeri yapılanmada Araplardan gelen “Gulam” sistemi kabul edilmiştir.
Bu noktada millî-dinî kimlik ve Gulamlar konusuna kısaca da olsa değinmemiz yararlı olacaktır.
Türk Müslümanlığı temelinde dört büyük ilim ve tasavvuf ehli vardır. İmamı Azam, İmam Maturidî, Ahmet Yesevî, Hacı Bektaş-ı Velî ve Yunus Emre…
Hanefî mezhebi, Maturudi inancı, Yeseviyye-Bektaşî tarikatları ve Horasan Erenleri (Melametileri) inanç sistematiğinin özlerinde, “saf teslimiyet, akılcılık ve Arapçılığa reddiye” söz konusudur. Acıdır ki, Batı Türklüğü’nde Arapçılık, eğilimi, devlet idaresine örnek olurken, “İslâm-ümmet kardeşliği” kalkanının arkasına saklanmıştır.
Acıdır ki, “din kardeş”liğimiz, muhataplarımızdan karşılık görmemiş; baş tacı yaptığımız kişiler, hiçbir zaman bizden olmamışlardır. Kuvvetli zamanlarımızda, padişahın ayak yıkadığı suyu içerek (Kanunî-Frenk İbrahim Paşa) en tepelere fırlayanların torunları, zor zamanlarda sırtımızdan bıçaklamışlardır. Naima, Koçi Bey, Rum Mehmet Paşa, Kuyucu Murat Paşa, Nemrut Mustafa Paşa, Mustafa Sabri Efendi, Hamidiye Taburları ve niceleri bunlara örnektir.
İslam devletlerinde kölelerden oluşan, hükümdarı korumakla görevli olan ve Gulâm adı verilen askeri birlikler, İslâm’ın kabulünden sonra Türk Devlet yapısına da girmiştir. Gulâm, Arapça’da erkek çocuk anlamına gelmektedir.
İslâm-Arap devlet geleneğinde Gulâmın alışılageldik kullanımı, esir ya da köle olarak alınan çocukların, çoğu kez orduda seçilmiş olanların da çeşitli devlet görevleridir. Bu haliyle gulâm, İslam devletlerinde uygulanan ve özgün bir hizmete alma yöntemidir. Bu sistemde gulâm olarak yetiştirilen köle, farklı sosyal ve hukuki statüye sahip olmaktadır.
Gulâmlar, satın alma, hediye veya savaşta esir alma yolları ile temin edilirdi. Abbasiler döneminden itibaren, Türk gulâmlar asker ve idareci olarak İslâm devletlerine hizmet etmişlerdir. Ancak, kökenleri ne olursa olsun, ne Mevaliler (Arap dışı Müslümanlar), ne de Gulâmlar, hiçbir zaman Araplarla eşit sayılmamışlardır. Hatta o kadar ki: Selçuklu Sultanı Tuğrul’un Abbasi halifesinin kızı ile evlenmesi “Kureyş kızı, mevaliden biri ile evlenemez” gerekçesi ile ciddi bir siyasi krize sebep olmuştu.
Batı Türklüğündeki Müslüman devletler (Selçuklular, Safevîler, Memlukler, Eyyubîler, Osmanlılar) da gulâm sistemini –değişik isimlerle- kullanmışlardır.
Ancak Türk devlet sistemine yerleşen gulâmlar, Araplardan görmedikleri bir ilgiyi ve serbestiyi görmüşler; giderek devlet hayatında etkin olmuşlardır. En tipik örneklerinden birisi Nizam-ül Mülk’tür. Nizam-ül Mülk “Siyâsetname” adlı eserinde “Türklerin devleti kuran unsur oldukları ve sultanla akraba oldukları”ndan bahisle, “idare edilmelerini” tavsiye etmektedir.
17. yy’da yaşamış, aslı Arnavut olan ve büyük Türk-Osmanlı tarihçisi olarak lanse edilen Koçi Bey risalesinden kısa bir örnek verelim.
“Türkler ve Türk soyundan gelenler Enderuna ve kapıkulu askerlerine alınmamalıdır.
Türkler, çingene, oduncu, yankesici, katırcı, deveci, hamal ve ağdacılarla birlikte düşünülmesi gereken insanlardır.
Kırım Türkleri, “Kâfir Cengiz soyundan gelen, İslâm ülkelerini mahveden, sonradan Müslüman olan, güvenilmez” insanlardır.
Kezâ Timur, ‘Alçak bir tatar’ dır.”
Yine bir kılıç artığı müslüman olan Osmanlı tarihçisi Naima’ya (1655-1716) göre, Türkler, “çirkin”, “azgın”, “nadan”, “anlayışsız”dır.
Batı Türklüğü’nde gulâm sisteminin yerini kapıkulları, enderun ve yeniçeri ocağı almıştır. Sistem savaşta esir alınan çocukları ve pençik (beşli) sistemi uyarınca ailelerinden alınan çocukların yetiştirilmesi şeklide olmuş; 14. asırda kurulan yeniçeri Ocağına da kaynak teşkil etmiştir. Kapıkulların içerisinde Hıristiyan ailelerden devşirilen çocukların zeki ve kabiliyetlileri, Enderun’da idareci sınıf için yetiştirilirlerdi. Onların içinden niceleri sadrazamlık mevkiine kadar yükselmişlerdir. O kadar ki, Osmanlı İmparatorluğu’nda görev yapmış 235 sadrazamdan sadece 85’i, 170 kaptan-ı deryâ’dan 55’i Türk’tür.
Devam edeceğiz…