1980 darbesi, Türk tarihindeki en önemli dönüm noktalarından biridir. Devlet anlayışımızın ve sosyal hayatımızda köklü değişikliklerin (ya da yozlaşmanın) başlangıç tarihidir. O zamana kadar “devlet baba”, “şeriatın kestiği parmak acımaz” “errızkı gaalallah”, “tevekkeltü tealallah” ifadelerinde kendini bulan devlet-millet anlayışımızın yerine; “benim memurum işini bilir” diyen, “şortla askeri birlikleri teftişe çıkan”, batıya tamamen angaje ve ülkenin parçalanması hareketlerine karşı duyarsız kalan (?) bir anlayış yaygınlaşmaya başlamıştır. (Azerbaycanlı kardeşlerimizi kastederek) “Onlar Şii” ifadesi, PKK hareketleri karşısında basiretsiz (kasıtlı mı demeliydim?) kalış, Tarihin ve coğrafyanın lütfettiği olağanüstü “Türk Birliği” imkânının heder edilmesinin görünen sebeplerindendir.
Hemen akabinde yaşanan koalisyonlar döneminde farklı siyasal kökenli kişilerin menfaat kavgaları ve devlet anlayışından nasipsiz kişilerin iktidara geldiğinde yaptığı basiretsiz uygulamalar… Hepsi son 40 yıllık dönemin vakıalarıdır.
Son 20 yıla gelince…
Devletin her yönüyle değiştirilmeye çalışıldığı yıllar oldu.
Devletler, ilmiye, adliye, askeriye, hariciye, maliye ve siyasi ile yükselir veya düşerler. Devletlerin derinlikleri de bunlardan kaynaklanır.
Demokrasiler ise, “kuvvetler ayrılığı” prensibi ile yaşar: Yasama, yürütme, yargı… 20’inci yüz yılda bunlara basın da (toplum mühendisliği) eklenmiştir.
Geliniz son 20 yılda devlet ve demokrasi hayatımızdaki değişiklikleri tartışalım:
İlmiye sınıfı: Bilimin üretildiği sahadır. Diğer tüm sahalara öncülük etmesi gerekir. Temel kaynağı üniversitelerdir.
Üniversiteler, bina, laboratuar, dershane vs ile büyümez. İçindeki insanlar ve onların kişilikleri-beyinleri ile hizmet verirler ve insan yetiştirirler. Asker, siyasetçi, hariciyeci, hâkim veya maliyecinin başarılı olması için bilimsel eğitimi almış olması ve uygulamasını yapabilmesi gerekir.
Son günlerde sosyal medyada oldukça ilgi gören bir tespitten söz ediliyor. Türkiye’de mevcut 196 üniversite rektörünün 68’inin hiçbir bilimsel yayını (çalışması) yokmuş. Yayınlarına hiç atıf yapılmayan rektör sayısı ise 71 imiş. 68 rektörün 44’ü devlet üniversitesinde, 24’ü ise vakıf üniversitesinde görev yapıyormuş.
Dahası, son dönemlerde atanan rektörlerin büyük kısmı İlahiyat fakülteleri kökenli iken; zikredilmeyen bir diğer husus da, ilahiyatçı olmayan rektörlerin bir kısmının da imam-hatip kökenli olması.. (Sayılarına dair kesin bilgi yok.)
Son 20 yıl içinde İnönü Üniversitesi’nde 2 dönem rektörlük yapmış olan Prof. Dr. Cemil Çelik’in şu ifadeleri çarpıcıdır:
“Son yıllarda bu istismar alanına maalesef imam hatipli olmak da girdi. İmam hatipli olmak bayağı prim yapmaya başladı. Siyaseten verilecek görevlerin dağıtımı alakalı alakasız nerdeyse imam hatip kökenli olup olmama üzerine kuruldu. Bugün Milli Eğitim Bakanlığı’nda görev yapan okul müdürlerinden, üniversite rektörlerine, YÖK üyeliklerine ve daha bir çok alanda yönetici olmak için imam hatipli olmak tercih edilme kriterlerinin en başına geçti.
Elbette ehliyet ve liyakat sahibi imam hatip kökenli, rektör, bilim insanı ve bürokratlarımız var ve olmalıdır. Bunlar da adalet ve liyakat ölçülerine göre doğal olarak belirli yönetim kademelerinde görev almalıdır. Buna bir sözümüz olamaz. Bu satırların yazarı her ne kadar bu hususu eleştiri konusu yapsa da, ilahiyatçı birçok yakın arkadaşı olan ve onlarla birlikte oturup kalkan birisi olduğunu belirtmemde yarar var. Bu alanda iş öyle bir noktaya taşındı ki kantarın topuzu epey kaçırıldı. Mesela Karadeniz bölgesinde görev yapan dokuz üniversite rektöründen sadece birisi ilahiyatçı değil. Ayrıca üniversite rektörlerinin çok önemli bir bölümü ya imam hatip kökenli ya da ilahiyatçı.
Bu durum imam hatiplerle herhangi bir dertleri olmayan kesimlerde de artık bir hoşnutsuzluğa yol açtı. Bu tür uygulamalar bu alandaki bir karşı duruşa sebep olduğunda, bunun vebalini kimler taşıyacak? …. Ülkenin sıkıntılı süreçten geçtiği bu dönemde ilahiyatçılar kadar yönetim bilimleri, mühendis, matematikçi, fizikçi ve biyolojistlere, bilgisayar ve diğer bilim alanında yetişmiş olanlara da itibar edilmesi gerekmiyor mu?
Ülkemizin daha ileri seviyelere taşınması, bu alanlarda bilim ve teknoloji üretecek kapasitede bilim insanlarının omuzlarında yükselmeyecek mi? Bahse konu bilim alanlarında yönetici belirlerken, yüksek öğretimdeki popülasyonları kadar diğer alanlara da pay ayırmak gerekmez mi? Teknik ağırlıklı üniversitelerin yönetimini ilahiyat kökenlilere vermek, ne kadar akılcı ve sağlıklı oluyor.”
Eleştirilen bu rektörlerden hiç birisinin, ne başkan, ne bakan, ne milletvekilli ve hatta ne de parti il başkanı karşısında “hayır” diyebilmesi mümkün değildir. Dahasını da söyleyebilirim: partili sendikalar, il-belde teşkilat temsilcileri karşısında da aynı durumdadırlar.
“Bu duruma nasıl geldik?” derseniz… İlim tarihimizde dört kara dönem vardır. Yazıktır ki üçü birbirini takip etmiş ve 1980’den sonra iç içe veya birbirini takip ederek gerçekleşmiştir.: Yavuz-Kenan Evren-FETÖ ve AKP dönemleri.
Darülfünun ve üniversitelerdeki gerilemenin ilk başlangıcı Yavuz Sultan Selim zamana kadar gider.
Hatırlayalım:
Yavuz Sultan Selim’in Mısır ve Arabistan seferinden sonra, hilafeti almak istediğinde, Eş’arî-Arap bilim adamları, “hilafetin Arap olmayan birine verilemeyeceği” gerekçesiyle karşı çıkmışlardı. Yavuz o kişileri (sayıları 1000-ile 2000 arasında telaffuz edilmektedir.) İstanbul’a getirmiş; her birine makam ve yüksek maaşlar vererek medreselere hoca tayin etmişti. Açıkça rüşvet olan bu tutum karşısında bilim adamı geçinen Araplar, hilafeti Yavuz’a verilmesine seslerini çıkarmamışlardı. Kanunî zamanında medreselere tam hakimiyet kuran bu kadro, 16. yüz yıl sonlarında, akılcı-Maturudî olan Türk bilim adamlarını dışlamışlar; medreselere ve sosyal hayata tam hâkim olmuşlardı.
Osmanlı’daki tüm yenileşme hareketlerine karşı varlıklarını ve etkilerini sürdüren bu akım, Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında da varlığını sürdürmüştür. Şeyhülislâm Mustafa Sabri, İskilipli Atıf, Saidi Kürdî, Said Molla, Bursa müftüsü Ömer Fevzi gibileri milli mücadeleye fiilen karşı çıkarken, cumhuriyetin ilk yıllarında da faaliyetlerine devam etmişlerdir.
Daha da acısı, aynı kafanın cumhuriyet döneminde darülfünunda da hâkimiyetini devam ettirmesidir. Sonuçta 1933 reformu ile üniversitelerde yenileştirme yapılabilmiştir.
Zaman zaman eleştiriler yapılsa da 1980’e kadar bilim-üniversite çevrelerinde büyük değişiklik olmamıştır.
1961 Anayasası ile üniversitelere verilen özerklik, çokça eleştirilmesine karşılık, kalite ve devlet yapısı içerisindeki saygınlığın korunmasında yararlı olmuştur.
1980’den sonra tüm sosyal hayatımızdakilere paralel olarak üniversitelerimizde de değişiklikler olmuştur.
Devam edeceğiz…