“Lâbis-i libas-ı katrânî” Sevdiğim bir ifadedir, bu cümle. Yıllar önce, “Seyyâh-ı fakîr Evliya Çelebi” mahlası ile yazan “Dilaver Cebeci’nin hiciv-komedi türündeki bir yazısında okumuştum. 50 yıla yakın zamandan sonra aklıma geldi.
Dilaver Cebeci, Evliya Çelebi seyahatnamesinin üslubu ile yazdığı köşe yazılarında bazen Osmanlıca’yı bazen de Dede Korkut şivesini kullanırdı. Ama bu yazdığı yazılar edebi, siyasi ve fikri sahada olurdu. Olayları güncel takip eder, köşesinde Evliya Çelebi’yi konuşturur. Güncel olayları onun dili ile anlatırdı. O yazılar 2009 yılında “Bilgeoğuz Yayınları” tarafından “Devranname” ismiyle kitap haline getirilmişti.
Dilaver Cebeci bu ifadeyi, cübbe giyen meslek grupları için kullanmakla birlikte, Osmanlı tarihinde papazlar için: “Lâbisi libası katrânî ve hamili asay-ı şeytani, mahrûm-u eltâf-ı Rabbânî...” ifadesi kullanılmıştır. Bugünün Türkçesiyle söylemek gerekirse: “Katran rengi (siyah) elbise giyen, şeytanın asasını taşıyan (sahibi), Hakkın iltifatından mahrum kişi” demek gerekir.
Günümüzde cübbe, 3 meslek grubunun sembolü halindedir. İlim ehli (kariyer yapanlar için), din-ilahiyat ehli ve adalet (hukuk) ehli.
Ancak, her işimizde olduğu gibi, cübbe giyilmesinde de sıkıntılar bulunmaktadır.
Her şeyden önce cübbenin özelliklerinin bilinmesi ve cübbeyi taşıyacak mesleki ve kişisel olgunluğun bulunması gerekir. Cübbe giydirilirken formel değerlendirmeler kadar sosyal ve kişisel değerlendirmelerin de yapılması gerekir.
Öncelikle cübbenin ortak vasıflarından bahsedelim:
Cübbeler siyahtır. Üzerine konan hiçbir tozu ve lekeyi saklamaz; hemen ortaya koyar. Dolayısıyla leke-pislik kabul etmezler. Son zamanlarda üst düzey akademik-ilahiyat (dinî)- hukuk yöneticilerde beyaz ve süslü cübbe giyme alışkanlıkları başladı. Bu uygulama, taşıyanın olgunluğu-tevazuu ve hoşgörüsüne aykırıdır. Zira, insan-ı kamillik yolunda “büyüdükçe küçülmek” esastır.
Cübbenin diğer iki özelliği ise “düğmesinin ve cebinin olmaması”dır
İdareci olan akademisyenler ve ilahiyatçılar, hele ki bilimsel değil de idari (filimsel?) yükselişlerini süslü cübbelerle göstermeleri “hazımsızlığın belirtisi”dir. Rektör olmuş kişi, beyaz süslü cübbe giymeyi meziyet sanıyorsa, dört veya sekiz yıl sonra o makamdan ayrılıp eski cübbesine döndüğünü düşününüz. Diyanet işleri başkanı, görev süresince sormalarla süslü beyaz cübbe giyiyorsa, cübbe giyemeyen atayıcısı onu görevden aldığında düşeceği durumu tahayyül ediniz. Hukukta ise Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı üyeleri kanunla belirlenen farklı renkli cübbeler giyerler. Bu cübbeler de makama hastır. Görev bittiğinde kullanamazlar.
Veya…
Makama bağlı olarak beyaz cübbe giyen yüksek hâkimler, süreleri dolduğunda aynı cübbe giyme hakkına sahip değildirler.
Gelelim avukatların cübbesine….
Yirmi beş-yirmi altı yaşındaki kız trafikte tartıştığı muhatabına yüksek sesle hitap ediyor: “Ben avukatım. Sana gününü göstereceğim.” veya “seni mahkemelerde süründüreceğim.”
Ne mesleki büyükleri, ne baro, ne arkadaşları-meslektaşları, “Avukatlık cübbesi bu kadar ucuz mu? Bu kadar sağlam ve koruyucu mu? Niçin her tartıştığında cübbenin arkasına sığınıyorsun?” demiyor/diyemiyor.
Diyeceksiniz ki, avukatlık cübbesi kolay mı alınıyor?
Anlatayım; kararı siz verin.
Hukukçu olmak için ilk şart hukuk fakültesi mezunu olmak.
Üniversite sınavını kazanmak ve bir hukuk fakültesine kaydını yaptırmak. Giriş taban puanı ortalarda. Yani hukuk, daha tercih edilen branşlara kayıt yaptıramayanların tercihi oluyor. Sonuçta 91 fakülteden birine kaydını yaptırıyorsunuz. Bunların içinde İstanbul Üniversitesi gibi yüzlerce yıllık geçmişi olan da var; her hangi bir ilçede, “bir bina, bir mühür, bir müdür” mantığıyla kurulmuş olanlar da… Tabii bir de özel üniversitelerde veya yurt dışı kurumlarda hukukçu olanlar da var.
Yeni fakültelerdeki eğitimin düzeyi felaket. Uzun yıllar baroda görev yapmış bir arkadaşımın (Av. Kerami Gürbüz) tespitine göre) Türkiye’deki tüm hukuk doçentlerini - buna hukuk felsefesi/sosyolojisi/tarihi doçentleri de dâhil - hukuk fakültelerine eşit sayıda dağıtsanız fakülte başına 2,8 civarında doçent düşüyor.
Kayıt olanlar eninde sonunda bir şekilde mezun oluyor ve diplomalarını alıyorlar. Aralarında fark olmaksızın hepsi hukukçu oluyorlar. Tek bir hukukçu öğretim üyesi ile açılan hukuk fakülteleri bulunmaktadır. Tıpta veya Diş Hekimliği’nde uygulanan uzmanlık veya üst eğitim sınavına benzer bir uygulama hiç bulunmamaktadır.
Avukatlık tutkusu olanların dışında, tamamına yakını, savcılık, hâkimlik gibi meslek sınavlarına giriyorlar. Kazananlar ayrı bir yola giriyorlar. Onları ilerleyen bölümlerde anlatacağım.
Kazanamayanlardan avukatlık yapmak isteyenler 1 yıl staj yapmak zorundadır. Stajyer avukatlık olarak anılan bu dönemin ilk 6 ayı adliyede-mahkemelerde, ikinci 6 ayı 5 yılını doldurmuş bir avukatın yanında geçer. Bu süre sonunda avukatlık belgesi almaya hak kazanır. Barolar birliğince prosedürün tamamlandığı görüldüğünde avukatlık belgesi verilir. Aday bu belge ile baroya kaydolup, avukatlık hak ve yetkilerini kullanmaya başlar. Görüldüğü üzere staj sonunda “stajını tamamlamıştır” belgesini aldıktan sonra baroya kaydını yaptırıp, avukatlık cübbesini giyiyorlar. Ne bir imtihan, ne yeterlilik belgesi hiçbir şeye gerek yok…
Onlar artık avukatlık cübbesinin ve bir anlamda adı resmen konulmamış dokunulmazlık hakkının sahibidirler.
İyi de….
Avukatlık cübbesinin geçmişini, onurunu ve saygınlığını yeterince öğreniyorlar mı? Biliyorlar mı?
Avukatlık cübbesinin tarihî süreçte, ilk kez antik çağda Eski Yunan ve Roma döneminden kalma bir uygulama olduğu rivayet edilmektedir. O dönemlerde gezici avukatların şehir şehir gezerek halka yardımcı oldukları, kolay tanınmaları için şapkalı siyah palto-cübbe giydikleri söylenmiştir.
Bu kişilere, “güzel konuşan” anlamına gelen “Advo Catus”tan gelen, “Advocati”, “Orator” ve “Patronus” sıfatları kullanılmıştır.
Öte yandan, her ne kadar Eski Roma döneminde avukatların ücret almasının onur kırıcı bir davranış olduğu kabul edilse de Oratorlar, şapkalı-kapüşonlu ve iç cepleri bulunan cübbeler giyerler, müvekkilleri de hediyelerini bu cübbelerin içine koyarlarmış.
Yeniçağ Almanya’sında gezici avukatlar bulunmaktadır. Avukatlar, bu dönemde ve bu coğrafyada pek makbul sayılmayan bir meslek grubu olarak tanımlanmışlardır.
Prusya Kralı I. Friedrich Wilhelm tarafından verilen 1726 tarihli kararnamede ‘Biz düzenlemekteyiz ki, ‘‘Avukatların dizlerinin altına kadar gelen yünlü siyah paltolar giymelerini ciddi bir şekilde buyuruyor ve emrediyoruz, bu hergelelerin (Almancası: Spitzbube, hergele, yankesici, hırsız ve afacan çocuk anlamlarına geliyor) uzak mesafeden bile tanınması için.’’ [1]
Bu buyruğa göre, eski Almanya’da avukatlık pek de saygın bir meslek olarak kabul edilmemiştir. Mamafih, söz konusu buyruğun, o dönem avukatların, halkı asillere karşı hak aramaya kışkırtması sebebiyle merkezi otoritenin canını sıkmış olmasına” bağlayan yorumlar da bulunmaktadır. Wilhelm’in kararnamesinde geçen “robe” (cübbe) diye adlandırılmıştır ve Alman avukatlar o zamandan beri bu siyah cübbeleri giymektedirler.
Öte yandan avukatlar, “yalancıdır; paracıdır” suçlamasına muhatap olmuşlardır. Samimi konuştuğumuz tecrübeli avukat dostlarımız, “Avukatlar müvekkillerinin yalancısıdır” görüşünde ısrar etmişlerdir. Katılmasak da, avukatların dava kazanmak için yalan söyleyebildikleri açıktır. Mahkemeler gerçekleri bulmakla görevlidirler.
Türkiye’de yaşanan olay, sadece avukatlara mı has derseniz? Hayır.
Bu yazıyı okuyup eleştirmesi için gönderdiğim genç bir avukat kızımızdan şöyle bir eleştiri geldi: “Bir de avukatlık bu kadar itibarsız bir meslek değildi be hocam. Mesleki olarak bakınca ağır bir yazı olmuş. Şuan itibarsızlaştırılmış olsa da biz böyle değildik.”
Haklı mı? Haklı.
Ama bizim eleştirilerimiz zaten son dönemde ortaya çıkan kalite düşüklüğüne. Eleştirilerimiz meslek grubuna değil; mesleği değersizleştirenlere ve bu değersizleşmeye rağmen duyarsız davranan ilgili yetkililere!
Tüm bu tartıştığımız sorunların kaynağı, “yüksek öğretimde kalitenin düşmesi ve siyasi iktidarın yüksek öğrenime uyguladığı yetersiz ve yozlaşmış politikalar”dır.
Yozlaşma her yerde ve sahada vardır.
Öyle bir duruma geldik ki: Eli bıçak tutamayan nice cerrah en yüksek kariyere kadar yükselebiliyor.
Hayatında bir tek kez bile ders anlatmamış kişi, bilim-eğiti- araştırma piramitinde en yüksek eğitimci ünvanını alabiliyor.
Doğal olarak, elektronik posta vasıtasıyla “hoca” olanlar, “mors” alfabesiyle ders anlatıyorlar.
Ne beklersiniz ki?
Amma…
Adalet…
Mülkün temeli olan adalet.
Bozulursa… Mülk kalmaz. Mülkün kalmaması da hiç bir şeyle kıyaslanamaz.
Bugünlük konuyu Özdemir Asaf’ın şiiri ile bağlayalım:
İnsansız adalet olmaz,
Adaletsiz insan olur mu?
Olur, olmaz olur mu!
Ama, olmaz olsun.
Cübbelerin adaletine…
Can dostum, arkadaşım, kardeşim Av. Osman Kara'ya ithaf edilmiştir
Devam edeceğiz..
[1] https://hukukotesi.com/avukatlik-cubbesinin-tarihcesi/