“Onlar ki verir laf ile dünyaya nizamat,
Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde.”
Ziya Paşa
Osmanlı’nın kadılarda aradığı şartlara hayran olmamak ve bugün için anlamını reddetmek mümkün görülmüyor.
Dahası: Osmanlı’da fakihler tarafından, kadı atanabilmek için, “diğer şartlara ilâve olarak kadı tayin edilecek kimselerin vücut bütünlüğüne, sosyal ilişkilerin gereklerini, halkın ihtiyaçlarını, örf ve âdetlerini kavramaya elverişli kültüre, dış etkilere karşı koyacak derecede ahlâk, karakter ve seciyeye sahip olmaları” şart koşulmuştu.
Hadi gelin bu ifadeyi biraz açarak günümüze göre yorumlayalım.
Adayın, hakim veya savcı olabilmesi için:
-Vücut bütünlüğü tam olmalıdır. Görünür bir sakatlığı, maluliyeti veya hastalığı-kusuru olmamalıdır. Zira her sakatlık-hastalık-kusur, insan psikolojisini olumsuz yönde etkiler; doğal olarak sosyal davranışlarında bozulmalara sebep olabilir.
Evli, tercihan çocuklu, yaşı 30’un üzerinde ve erkekler için askerlik görevini yapmış olmalıdır..
Zira, her ne kadar reşit olsalar ve tüm kanuni haklara sahip olsalar da kişiliklerin oturması için 30 yaş gereklidir. Osmanlıda kadılık öncesi devlet memuriyetinde veya medreselerde geçen hayat süreleri kişinin olgunlaşmasını sağlamıştır. Öte yandan, geçmiş memuriyeti bulunmayan, devlet adabına henüz vakıf olamamış/yaşamamış kişilerin doğrudan emir veren makamlara oturtulması “hazımsızlık” hastalığı ile sonuçlanmaktadır. Unutulmamalıdır ki: bizim toplumumuzun bir diğer temel yargısı, insanları olgunlaştıran en önemli sosyal olayların askerlik ve evlilik olduğudur. Bekar ve askerliğini yapmamış kişi, -yaşı kaç olursa olsun, gençlerde sayılır. Hatta eskiden, “saçı sakalına kır düşmeyen kişiler”in, meclislere konuşma hakkı bile olmazmış.
O zamanın adaleti, ADALETMİŞ.
Yaşanmış ve tarihlerin kaydettiği bir olayı anlatalım:
Fethin onuncu yılında Fatih Sultan Mehmet, adını taşıyan bir camii yaptırmak ister. İnşaat sırasında istediği gibi yapmayan Rum mimar İpsilanti Efendi'ye kızıp, elini kestirir.
Bunun üzerine İpsilanti Efendi, haksızlığa uğradığı iddiasıyla, Kadı Sarı Hızır Çelebi başvurur.
Mahkeme başlar.
Mahkemede İpsilanti Efendi ayakta durmaktadır.Padişah "maznun" (Zanlı-suçlu) minderine bağdaş kurmak üzereyken, Kadı Efendi sert bir tonla uyarır:
"Beyim, davacı ile hukuk önünde yüzleşeceksin, ayağa kalk!"
Padişah kalkar. İfadesini verir. Hüküm kıssastır. Padişahın da eli kesilecektir.
Padişah, hükme rıza gösterir.
Eli ayağı titremeye başlayan İpsilanti Efendi davasından vaz geçer. Ceza, diyete (tazminata) çevrilir. Padişah, kestirdiği elin diyetini şahsî gelirinden öder.
Esas ibretlik olay davadan hemen sonra yaşanır:
Mahkeme sona erip herkes çıktıktan sonra, Padişah, Kadı’ya kılıcını göstererek: "Baka Çelebi, bu padişahtır deyu iltimas eyleseydin, adalete mugayir hüküm verseydin şu kılıçla başını koparırdım."
Kadı Hızır Çelebi minderini kaldırır, altındaki topuzu çıkarır ve "Siz de padişahlığınıza mağruren hükmü tanımasaydınız billahi bu topuzla başınızı ezerdim." cevabını verir.
Günümüzde ise….
Hükmünü vermeden önce tarafları mahkeme salonundan çıkarıp, kararı 8daha doğrusu karaındaki kararsızlığını) katip ve mübaşirlerle tartışan hakim duydum. Hepsi 25 yaş civarında olan hakim, avukatlar, mehkeme personelinin duruşma sırasında “kakarakikiri” yaptıklarını gözlerimle gördüm.
Ve işittiğim bir olay var ki hepsinin üzerine tüy dikti.
“Ceza Hukuku konusunda profesör olan bir avukat, savunma amacı ile, bir ilde duruşmaya girecektir; gecikir. Salona geldiğinde duruşma başlamıştır. Kapıdan içeri girdiğinde tüm mahkeme heyeti ayağa kalkar. Cübbesini giyip yerini aldığında mahkeme heyetine dönerek: “Burası mahkeme. Oturun” der. Mahkeme heyeti oturur.
Sorabilirsiniz: “Bunda ne var?”
Ben de sorarım: Böyle bir mahkeme heyetinde tarafsızlık şüpheye düşmez mi?
Diyebilirsiniz ki, “Ne var bunda? Hakimler, hocalarına saygı göstermişler.”
Derim ki: “Çok şey var.”
“Hakimler hiç kimsenin önünde önünü iliklemezler. Adalet dağıtırken, hiç kimse için ayağa kalkmazlar.
Duruşmada bir tarafa gösterdiği saygı aynen diğer tarafa da göstermelidirler. Aksi takdirde, terazili kadının gözünü ve kulağını kapatan bandın anlamı kalmaz.”
Ama…
Herkese, görmek istedikleri saygı kadar, saygı göstermeleri gerekir.
Aksi takdirde, Yunus’un diliyle: “Seni de sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.”
Devam edeceğiz…