Yıllar önce, dördüncü sınıflara bir derse girmiştim. En önde oturan en azından bir haftalık sakalı, bacağında jean pantolonu, üzerinde haftalardır yıkanmamış-ütülenmemiş beyaz önlüğü olan kaşarlanmış talebe bacaklarını germiş-uzatmış oturuyordu. Birkaç gez gözlerine baktım. Hiç aldırış etmedi.
Dersi kestim ve saygı-saygısızlık üzerine konuşmaya başladım. Son sözlerim, “Saygısızlık meziyet değildir. Biz bu yaşa-öğretim üyeliğine anamızın karnından gelmedik. Sizin geçtiğiniz yollardan geçerek geldik. Ve eğer saygısızlık meziyetse; benim yapacağım saygısızlığa hiç biriniz katlanamazsınız.” dedim. 45 dakikalık dersi 20 dakikada anlatıp çıktım.
Ertesi derse girdiğimde her şey değişmişti.
…..
“Z kuşağı” diyorlar. “Mahalle baskısına hayır” diyorlar. Görgü kurallarına, saygıya boş veriyorlar. Kendi dillerini kullanıyorlar. Kendi hayatlarını yaşıyorlar ve toplumsal değer yargılarına boş veriyorlar. Ve artık meslek sahipleri olarak sosyal hayatımızda yerlerini alıyorlar.
Karma karışık saç-sakal- hırpani kılıklar- yırtık pantolonlar, tişörtler..
Tüm meslek gruplarında yaygınlaşıyor. Yüzünde bir karış sakal, bacağında yırtık pantolonlarla veya süper mini eteklerle-şortlarla, göbekler açık üst düzey meslek grupları… Beyaz önlükleri haftalardır yıkanmamış-ütülenmemiş doktorlar, eczacılar, laboratuar çalışanları..
Terazili kadından bahsediyorduk. Konuya dönelim…
Kravatsız, blucin pantolonlu hâkimler. Sakal traşını olmamış veya 3-5 gün gecikmiş sakallar.
Ütülenmemiş hâkim-savcı-avukat cübbeleri…
Gece hayatına katılıyormuşçasına makyaj yapmış hâkimler- avukatlar…
Veya tam tersi spor ayakkabı ile adliyeye gelip baro odasında bulduğu kir-pas içerisindeki cübbeleri üzerlerine alıp duruşma salonlarına giren avukatlar…
Mesleğine-topluma-muhatap oldukları kişilere karşı saygıdan eser duymayan kişiler.
Kendisine-mesleğine- topluma saygı duymayan makam-koltuk-cübbe sahipleri…
Ve en garibi…
Böyle duruşma salonlarına takım elbise giyip kravatla geldiği için “mahkemeye saygılı davranış” sebebiyle cezasında indirim uygulanan suçlular.
2547 sayılı “yüksek öğretim yasası”ndan önce uygulanan 1750 sayılı yasa vardı.
Ve o yasada, “yardımcı doçentlik” diye bir unvan yoktu.
Doçentlik sınavını verir; doçent olurdun. Ünvanın “üniversite doçenti” olurdu. Profesörlük için dil ve bilim alanında yeterli değerlendirmeler yapıldıktan sonra hemen profesör olamazdın.
Kadro ilan edildikten sonra üniversitenin profesörler kurulu toplanır; doçentlik veya profesörlük ünvanını taşımaya layık olup olmadığına karar verir; sonra ataman yapılırdı.
Profesörler kurulu toplum içindeki tutum ve davranışlarından, kurum içi ilişkilerine kadar her şeyi değerlendirir, ona göre doçent-profesör olup olmayacağına karar verirdi. Cübbeni ancak ondan sonra giyerdin. 2547 sayılı yasadan sonra üniversiteler, yardımcı doçentlik, doçentlik, profesörlük cübbelerinin kollarına bir-iki-üç şerit takılması uygulanmaya başladı. Her bir şerit en az beş yıllık eğitim-bilim ve araştırma dönemi gerektiriyordu.
Cübbe giyen herkes kendi cübbesine sahip çıkar, giymesi gerektiğinde temiz ve ütülü olmasına dikkat ederdi.
“İsteyen giysin” diye hocalar odasında cübbe olmazdı.
Takım elbise giymiş-kravat takmış zanlının karşısında, yaka bağır açık, yayılmış oturmuş, yüzünde en azından 3 günlük sakallı veya aşırı makyajlı-yırtık pantolonlu adalet temsilcileri…
Konuşurken ayağa kalkmak gerekiyormuş?
Niye mi? Saygı içinmiş!
Kusura bakmayınız da..
Siz üzerinizdeki cübbeye, oturduğunuz koltuğa, mesleğinize ve topluma saygı gösteriyor musunuz ki, karşınızdakinden saygı bekliyorsunuz?
Doktor, doktor gibi; avukat, avukat gibi, hâkim-savcı da hâkim ve savcı gibi davranmalı ki..
Saygıyı hak etsin…