Müslümanların ortak hedefi kendisini yoktan var eden Allah'ın (c.c.) rızasını kazanmak olmalıdır. Sadece kendisini kurtarmak için çalışan bu hedefe ulaşamaz. Müslüman, kendisi için gayret ettiği kadar, diğerlerini de irşat etmek ve adaletli bir sistem kurulması için çalışmalıdır. Bu çalışma birilerini inanmaya ve ibadet etmeye zorlamak değil, sadece uyarmak veya İslâmi kavramı ile tebliğ etmektir. Öbür alemde herkes bu dünyadaki gayret ve emeğinin karşılığını görecektir.
Allah (c.c), Peygamberlerini bile sadece tebliğ etmekle sorumlu tutmuştur. Sevgili Peygamberimizin (s.a.v) en yakın akrabalarının bile iman etmemeleri üzerine onları öbür alemde bekleyen feci akıbeti bildiklerinden son derece rahatsız olması üzerine; Allah (c.c.) onu, "Sen dilediğini hidayete erdiremezsin, senin görevin tebliğ etmektir" diye teselli etmiştir. Bu teselli aynı zamanda zulmün önlenmesi, Hakk'ın hakim olması için mücadele de tesellidir.
İman, İslam'ı doğru anlamak, feraset ve basiret gibi şeyler Allah'ın (c.c.) nasip etmesi ile olur. Kendisini Haķk ve hakikate kilitlemiş birisinin kalbindeki mührü ancak Allah (c.c.) söker ve o kalbi nurlandır. Kaldı ki, iman ve ilim nasip olduktan sonra bile zulmün devamına için gayret eden ve zalimin tarafında yer alanlar oluyor.
Kişinin derdi İslam olmayınca, Hak ve adaletin hakim olmasına arkasını dönüp; sırf Müslüman kimlikli olduğu için; İslami kurallarını ters yüz eden bir zalimin yanında yer alabiliyor. Tarih bunun örnekleri ile dolu. Niye? Allah (c.c.) ona Hakkın yanında yer almayı nasip etmemiş de ondan. Derdi İslam değil, Müslümanların derdi onu hiç ilgilendirmiyor. Onun bir derdi var haklı olup olmadığına bakmaksızın güçlü olanın yanında olmak. Nasip olmayınca olmuyor.