Derin devlet deyince ilk akla gelen kuruluşlar, MİT ve TSK’dır. Her iki kuruluşumuz da üst akıl ile isimsiz uygulayıcıların (veya kahramanların) arasında konumdadır.
Her ne kadar MİT’in kendi sayfasında kuruluşunu Teşkilat-ı Mahsusa ile başlatsalar da, MİT’in kökenleri, istihbarat tarihimize eşittir. Asker-millet olmamız hasebiyle milli tarihimize eşittir. (Teşkilatın “tarihçe” kitabında bu görüş teyit edilmektedir.) Hatta ondan bile eski olması mümkündür. Binlerce yıllık tarihi süreçte, teşkilat isimlerinde veya yapılanma şekillerinde değişiklikler olmuştur; doğaldır. Değişmeyen gerçek, milyonlarca kilometrekarelik bir coğrafyaya hükmeden devletlerin istihbaratsız ayakta kalamayacaklarıdır. Kuruluşundan beri askerlerin etkili oldukları teşkilatlardır. Müsteşarlığın sivilleştiğinden beri bu etki azalsa da hala devam etmektedir.
20. yüzyılın sonlarından itibaren MİT, çağın değişen şartlarına uygun MASK’ne paralel olarak, yeni özellikler kazanmış ve yeni çalışma sahaları bulmuştur. Açık istihbarata ve “yerinde önleme” konseptine uygun olarak yurt dışında da eylemleri ile ses getirmiştir.
Şüphesiz MİT’i eleştirenler olacaktır. Tümüyle, haksız olduklarını söylemek de mümkün değildir. Ancak artı ve eksileri tartacak olursan, özellikle son zamanlarda çok iyi çalıştığını düşündüğümüz “milli” bir kuruluşumuzdur.
TSK ise, asker-millet anlayışımızın ürünüdür. Açık-derin devletin en önemli yapılarının başta gelenidir. Devletin bekçisidir; koruyucusudur. Devletin kin tutmayan ama unutmayan hafızasıdır. Gereğinde yaraları saran el; hainler ve düşmanlar için kafa ezen yumruktur. Özü ve varlık amacı budur.
2232 yıldır varlığını sürdüren kara kuvvetleri, Türk devletinin en köklü ve birikimi-hafızası en yüksek kuruluşudur.
Her ne kadar 16. asırda “akıncı ocağı”nın dağılmasından sonra, millilik vasfı sorgulanabilir olsa da, cumhuriyet döneminde Mareşaller Atatürk ve Fevzi Çakmak zamanında millilik vasfını yeniden kazanmıştır. Org. Kazım Karabekir’in de bu katkı da payı bulunmaktadır.
Atatürk’ün vefatından sonra, Türk Amerika ilişkilerinde başlayan yakınlaşma; 2. Dünya Savaşı sonrası değişen dengeler ve Türkiye’nin NATO’ya girmesi ile birlikte, dış politikanın yanında TSK’nın yapısında da değişmeler olmuştur.
Hemen belirtelim: Türkiye’nin NATO’ya girmesi bir hata değil, zarurettir. Ancak NATO’ya giriş sonrası… Milletimiz ve TSK için felaketin başlangıcıdır.
Türkiye NATO’ya 1952 yılında –Kore’de kan vergisi ödedikten sonra- kabul edilmiştir. TSK’ne verilen rol kan ve can kayıplarını dikkate almadan komünist bloka mensup kuvvetleri Kars-Erzurum platosunda durdurmak/duraklatmaktır. Karşılığı Yunanistan’la kıyaslama yöntemi ile 10/7 oranıyla yapılacak yardımlar ve yardım konusu silah ve sanayi ürünlerinin durdurulması olmuştur.
NATO’ya girişin ikinci yılında 10/7 kuralına uyulmamış ve yardımlar kısıtlanarak verilmiştir. Bu Türkiye’nin NATO’daki ilk hayal kırıklığı oldu. Sekiz yıl sonra patlak veren Küba Krizinde ABD-NATO’nun, Sovyetlere karşı Türkiye’ye yerleştirdiği Jüpiter füzelerini sökme şartını kabul etmeleri ve 1964’teki Johnson mektubu, ABD ve NATO’ya karşı güveni ciddi anlamda sarstı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında 1942-1944 yıllarında Ankara-Polatlı ve Bursa’ya zorunlu iniş yapan ABD uçakları ile başlayan ilişkiler, 1954 yılından sonra sorgulanmaya başlamıştır. Türkiye 1954 yılından sonra Doğu bloku ile de ilişkilerini geliştirmeye yöneldi.
NATO’ya girişimizle birlikte tüm devlet dairelerimizde, koordinatör veya danışman etiketi ile ABD’nin subay-istihbarat elemanları yerleşmişti. Dahası 1947’de başlayan ABD ve Avrupa ülkelerindeki askeri eğitimler için seçilmiş personel gönderiliyordu.
Bu süreç, TSK içinde birbirinden farklı 2 tip subayın oluşması ile sonuçlandı: Geleneksel Türk Askeri- NATO subayları… Merak edebilecekler için Gelenekçi askerimizle NATO subayları arasındaki en temel farkları yaşanmış olaylarla açıklayalım:
Gelenekçi askerimiz, “çuval olayı”ndaki silah arkadaşlarını “çarpışarak ölmeliydiler” diye eleştirir; NATO subayı, “çarpışmamakla iyi yaptınız” der.
Geleneksel askerimiz çuval olayının intikamı için, tecavüzkar albayı derdest edip çırılçıplak soyar; NATO’cu generalimiz, esir alınan albaya “evladım” diye hitap edip gönül alır; kendi subayına fırça atar. Yetmez; emekli eder.
Gelenekçi askerimiz çuval olayının intikamı için Amerikalı generalin topuğuna sıkar/sıkma emrini verir; NATO’cu subayımız onları emekli eder.
Gelenekçi askerimiz dağlarda savaşırken, NATO’cu subayımız orduevlerinde elinde şampanya kadehi ileyırtdışı hatıralarını anlatır.
1960’lara gelindiğinde NATO subayları da Amerika ve İngiltere sempatizanları olarak iki gruba ayrıldı. Bu ayrışma 13 Kasım 14’ler olayı ile gün yüzüne çıktı. 14’ler olayı ile devlet için plan yapan ve geleceğe strateji üreten “plancı kadrolar” tasfiye edilmiş; günü yaşamaya çalışan “pilavcı kadrolar” idareye tam anlamıyla sahip olmuşlardır.
Kanımca 13 Kasım olayında esas hazırlayıcı sebep, ABD’nin “our boys” olarak gördüğü ihtilalci kadroların, göreve gelir gelmez, ABD’li danışmanları-koordinatörleri görevden uzaklaştırmaları ve bürolarını kapattırmalarıdır. ABD ve CIA bunun üzerine ihtilal komitesine verdiği desteği çekmiş; İngiltere sempatizanı olan Madanoğlu gibi tiplerin etken olmasına izin vermiştir. (Son araştırmalarda 14’ler olayının MI6 destekli olduğuna dair bilgiler netlik kazanmıştır.
Hemen belirtelim İnönülü CHP ve DP hükumetleri zamanlarında TSK’ya alınacak kişiler için Atatürk ve Fevzi Çakmak tarafından konulmuş olan bazı kuralların iptal edilmesi de ilerleyen yıllarda apayrı sıkıntıların doğmasına sebep olacaktı.)
Ayrı ayrı ele alınıp ciltler dolusu kitap yazılabilecek bu olumsuzluklara rağmen TSK yine de en güvenilir devlet kurumu olmaya; binlerce yıldır devam eden, devleti koruma ve kollama görevine devam ediyordu.
Ordunun “kepenek altında yatan” kısmı, kendisinin kim olduğunu, nereden gelip nereye gideceğini, dostunu düşmanını biliyordu.
Onlar dağlarda idi; batakta idi; çatakta idi..
Onlar isimsiz mezarlıklarda, üniformaları ile kara toprakta idi.
Konumuz itibarıyla önemli olan husus da bu idi…
Çünkü esas olan: ismi bilinmeyen kahramanların, bilinmeyen hizmetleridir.
Bildiğimiz kadarını, usulüne uygun anlatmaya çalışacağız.
Devam edeceğiz…