Bugün bir buz dağının zirvesinde duruyoruz. Altında kaynayan acılar ve çığlıklarla dolu bir cinnet çağını yaşıyoruz.
Üç beş kuruş para uğruna, dokuz ay bir umutla karnında taşıdıkları bebeklerini en güvenilir yer olan hastanelerde kaybeden annelerin ağıtları yankılanıyor bu topraklarda. Sapık ve çarpık düzeneklerin çarkında, umut dolu gençlerimiz bazen vahşice katlediliyor, bazen de intiharın soğuk kollarına teslim oluyorlar.
Kadınlarımız çığlık çığlığa "Bizi kurtarın!" diye haykırırken, resmî makamlara yaptıkları müracaatların ardından dahi hunharca öldürülüyorlar. Bu zulüm, sessizliğin derin buzullarında yankılanıyor.
Her köşe başı, buz dağının keskin yüzü altında, uyuşturucu, fuhuş ve kumarın karanlık dünyasına bir kapı açmış durumda. Rüşvet, adam kayırma ve yolsuzluk ise adeta bir ganimet gibi görülüp, "Devletin malı deniz, yemeyen keriz" mantığıyla kutsanmaktadır. Bu ahlaksızca davranışlar ise malesef günah kavramı unutturularak, besmele ve şükür kavramlarıyla meşrulaştırılıyor.
Faiz, riba ve karaborsa, her geçen gün daha da yaygınlaştırılarak, reklamların aldatıcı ışıltısı altında normalleştiriliyor. Maalesef, vatan topraklarımızın manevi olgusu nasibini de alıyor bu çarpık düzenekten. Tarihimizin, kültürümüzün ve onurumuzun yüce değerleri, sıradan pazarlıklarla, buz dağının göremediğimiz altında, parça parça bölüştürülüyor.
Biz ise bu kaotik çağın sessiz tanıklarıyız, buz dağının sadece zirvesini görebiliyoruz, altında neler yattığını bilmeden... Sessizliğimiz, derinlerdeki cinnet halinin sürdürülebilir bir canavara dönüşmesini sağlıyor.
Hala zamanı gelmedi mi? İktidarıyla, muhalefetiyle yediden yetmişe tüm ulus olarak; Polemikleri ve fikir ayrılıklarını bir kenara bırakıp bu toplumun kanayan yaralarının çaresi olmaya...