Vizyon Kuyumcu

Teo-stratejiler ve Türkiye: XI

Gündem 16.01.2025 - 23:45, Güncelleme: 16.01.2025 - 23:45
 

Teo-stratejiler ve Türkiye: XI

Hurufîliğin tamamen yok edilmesinden sonra, batı Türklüğü’nde uzunca bir süre dini siyaset kontrol altında tutulmuştur. Bu dönemde mutasavvıflara sıcak bakılmasına karşılık; hiçbir tarikatın devlet yönetimini etkilemesine izin verilmemiştir.

Bu cümleden olarak, peygamber Efendimizin soyundan gelenlere aşırı ilgi gösterilmiş; muhtaç duruma düşmemeleri için devletten yardım sağlanmış; askerlikten ve diğer vatan hizmetlerinden muaf tutulmuşlardır. Keza tekkelere ve/veya zaviyelere sığınan tarikat mensupları da vergiden ve askerlikten muaf olmuşlardır. Tarikatlar ve dini hareketler ya devletin kontrolünde ve yönlendirilmesinde kalmış (1500'lü yılların başında dönemin padişahı II. Beyazid tarafından Hacı Bektaş Dergahı’nın başına atanan Balım Sultan ve 1826’da II. Mahmud tarafından atanan Kayserili Şeyh Mehmed Said Efendi gibi); kabul etmeyenler Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin gibi) yok edilmişlerdir. Yaklaşık yüz yıl süren bu dönemde, Yavuz’un, Araplardan Hilafeti alması karşılığında, rüşvet olarak İstanbul Medreselerine yerleştirdiği Eş’arî bilim adamlarının hazırladığı zeminde gelişen Kadızadeliler hareketi devleti etkilemişlerdir. (Maalesef bu etkinin izlerine günümüzde dahi rastlanılmaktadır.) Kadızadelilerin açtığı kapıdan giren diğer tarikatlar da devlet adamlarını etkilemek yönüne gitmişlerdir. Ancak, en önemlisi, Yeniçeri Ocağı’nın resmi tarikatı durumundaki Bektaşilik olmuştur. On altıncı asır sonlarından itibaren başlayan Yeniçerilerin siyasî ayaklanmalarında Bektaşîlerin etkileri bulunmakla birlikte, dinî faktör yoktur. On yedinci yüzyıldan sonra başlayan yenileşme hareketlerine karşı çıkışlarda maalesef bağnaz ulemanın etkisi olduğu açıktır. Yine bu dönemde, Türk Müslümanlığının temellerini oluşturan, İmam-ı Azam, İmam Maturidi ve Ahmet Yesevi çizgisi, Osmanlı-Safevî çatışmasına bağlı olarak baskılanmış; yerini Arap asabiyesini esas alıp; Arab’ı kavmi necip (Seçkin-üstün kavim); Türklüğü Mevalî kabul eden akımlar almıştır. Devletin sağladığı imkânların çekiciliğinin de etkisi ile, Osmanlı-Türk Coğrafyasında Arab’a mensup olmak; hatta peygamber Efendimizin soyundan gelmek tercih edilen bir özellik olmuştur. Elinde bir yazılı kağıtla veya ceylan derisi ile gelip, vergiden, askerlikten muaf olanlar; devletten hayat boyu maaş alanlar çok büyük gruplar oluşturmuşlardır. Tüm bu gelişmelerin sosyal hayatımızda üç büyük ve olumsuz etkisi olmuştur: Türk Millî kimliği aşındırılmış; yerine konmaya çalışılan dinî kimlik yetersiz kalmıştır. (Daha önce belirttiğimiz gibi bu gelişme sosyoloji bilimine terstir ve dünya tarihinde asla gerçekleşmemiştir/gerçekleşmeyecektir.) Seçkin-üstün kavim (kavm-i necîb) karşısında ikinci sınıf insan konumuna sokulan milletimizin fertleri, gururları aşındırılarak dış etkilere açık hale getirilmiştir. Bu etki Türk Müslümanlığı’nın terk edilmesi; İslâm adı altında Arap örf-adet ve hatta devlet anlayışının kabulü ile sonuçlanmıştır. Bu değişimdir ki, aynı zamanda halife olan Osmanlı Padişahlarına GAVUR PADİŞAH, son haçlı seferinden Türkiye’yi kurtaran ATATÜRK’E KAFİR; Günden 5 vakit ezanları ile mutlu olduğumuz ülkemize-devletimize  DAR-ÜL HARB  diyenlerin var olma sebebidir. Osmanlı’nın son dönemlerinde o kadar çok Peygamber Torunu ortaya çıkmıştır ki, bütçeye başlı başına yük olmuştur. Seyyid ve şerif oldukları belgelerle ispatlanmış olan bu kişilere toplum tarafından çok büyük saygı ve sevgi gösterilmiş; vergi verme, askerlik ve benzeri bütün kamu yükümlülüklerinden muaf tutulmuşlardır. Parası olan, -parasının miktarına göre- kağıda veya ceylan derisine şecere yazdırarak Peygamber Efendimizin soyundan olduğunu iddia etmiştir. Halktan ayırt edilmeleri için başlarına yeşil sarık sarmaları mecburi idi. Osmanlı’nın son dönemlerinde sayıları 300.000’i aşmıştır ki aynı dönemde Anadolu’nun nüfusu 10 milyon civarında idi. (% 3) Bu kalabalık grup içerisinde gerçek ile sahtesini, dürüst ile sahtekârını ayırmak güç olacağından Nâkib-ül Eşraf kurumu ihdas edilmişti. Bu sosyo-psikolojik ortamda, insanlarımızın aşağılık duygusu ile kendi kimliğinden-devletinden soğuması kaçınılmaz olmuştur.  Kısacası: On dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nda başlayan etnik milliyetçilik akımları dinî duyguları sonuna kadar istismar etmişlerdir. Bir yandan, Hıristiyanlar ayrılık şarkıları söylemiş; diğer yandan Müslüman gruplar farklı mezhep ve tarikatların şemsiyeleri altında toplanarak Türklere ve Osmanlı’ya karşı mücadeleye başlamışlardır. Atatürk’ün Türk tarihi’ndeki teolojik akımlara karşı tutumunu iki aşamalı değerlendirmek doğru olacaktır. Bir Osmanlı Paşası olarak, tüm unsurları “Devlet-i Ebed Müddet” gayreti ile İmparatorluğun her kesiminde savaşmış ve hatta İstiklal Savaşı’nda da dini gruplardan sonuna kadar faydalanmıştır. O dönemde kurulan yakın ilişkilere rağmen Atatürk’ün, ayrılıkçı güçleri bırakın tüm İslâm Âlemi ile çok sıcak ilişkiler kurduğu bilinmektedir. Ancak: Cumhuriyet dönemine gelindiğinde stratejilerin değiştiğini görüyoruz. Öncelikle dikkate almamız gereken konu: İstiklal Savaşı süresince Ankara’da bulunan meclisin homojen olmadığı; çok farklı kişilerin, birbirlerinden farklı gayelerle Kurtuluş Savaşı’nı destekledikleridir. Bunların içerisinde Hilafet yanlıları, Osmanlı Hanedanı’nı tekrar başa geçirmek isteyenler, manda taraftarları, etnik hırs içerisinde olanlar, emperyalist devletlerle işbirliği içerisinde olanlar, İstiklal Savaşı’nın başarısızlığını bekleyenler vs de bulunmaktadır. Öte yandan, İstanbul’da, Atatürk ve arkadaşlarının, sergüzeşt, kâfir veya hâin suçlamasıyla katline fetva verenler de bulunmaktadır. Cumhuriyet’ten sonra…. Yol ayrımı… Herkes kendi düşünceleri istikametinde beklentilere girmiştir. Duruma hâkim olan Atatürk’e karşı kullanabilecekleri iki koz bulunmaktadır: din ve demokrasi. O dönemde hiç kimse, “yönetiminiz demokratik değil” demeye cesaret edemediğinden bu eleştiri dillendirilememiş, ancak beş yüz yıldır –din adına- Arap hurafeleri ile beyinleri yıkanmış halkımız , “din elden gidiyor; şeriat isterük” haykırışları ile sokaklara dökülmüştür. Dikkat çekici olan, bu isyanların neredeyse hemen tamamında tarikatlar ve cemaatler ön saftadır. Hatta uluslararası ilişkileri ve destekleyenleri açık olarak bilinmesine karşılık, binlerce kişinin ölümünden sorumlu olan bazı isyancılar, bu gün bile “din âlimi-dinî gerekçeli isyancı” olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Gerçekte ise…. İslâm Âlemi’nde siyasete-ticarete bulaşmış ve fakat ülkenin kendi iç dinamikleri ile doğmuş-gelişmiş bir tane bile tarikat bulamazsınız. Halen dahi adı siyaset sahnelerinde sıkça duyulan, yazılı-görsel medyada arz-ı endâm eden tüm dinî gruplar dış ülkeler tarafından kontrol edilmektedir. Siyaset ve ticaret İslâm ülkelerini ele geçirmenin en kestirme yollarıdır. Atatürk’ün bu şartlar altında yaptığı iki büyük reform vardır. Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi ve tekke-zaviye-dergâhların kapatılması. Bu iki reform inananların devlete karşı kışkırtılmalarının önlenmesi amacına yöneliktir ve oldukça uzun süre başarılı olmuştur. Halen dahi Kur’an-ı Kerîm meallerinin büyük çoğunluğu, Atatürk’ün çevirttirip, kendi parasıyla tüm bastırıp tüm ülkeye dağıttığı Elmalılı Hamdi Yazır  meâlini esas almaktadır. Tekke ve dergahlara gelince… Elhamdülillah. Neredeyse her sokakta birer tane dergâhımız ve kilisemiz var artık. Ne diyelim: “Söylemeye dil varmıyor. Sussam gönül razı değil.” Devam edeceğiz.
Hurufîliğin tamamen yok edilmesinden sonra, batı Türklüğü’nde uzunca bir süre dini siyaset kontrol altında tutulmuştur. Bu dönemde mutasavvıflara sıcak bakılmasına karşılık; hiçbir tarikatın devlet yönetimini etkilemesine izin verilmemiştir.

Bu cümleden olarak, peygamber Efendimizin soyundan gelenlere aşırı ilgi gösterilmiş; muhtaç duruma düşmemeleri için devletten yardım sağlanmış; askerlikten ve diğer vatan hizmetlerinden muaf tutulmuşlardır. Keza tekkelere ve/veya zaviyelere sığınan tarikat mensupları da vergiden ve askerlikten muaf olmuşlardır.

Tarikatlar ve dini hareketler ya devletin kontrolünde ve yönlendirilmesinde kalmış (1500'lü yılların başında dönemin padişahı II. Beyazid tarafından Hacı Bektaş Dergahı’nın başına atanan Balım Sultan ve 1826’da II. Mahmud tarafından atanan Kayserili Şeyh Mehmed Said Efendi gibi); kabul etmeyenler Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin gibi) yok edilmişlerdir.

Yaklaşık yüz yıl süren bu dönemde, Yavuz’un, Araplardan Hilafeti alması karşılığında, rüşvet olarak İstanbul Medreselerine yerleştirdiği Eş’arî bilim adamlarının hazırladığı zeminde gelişen Kadızadeliler hareketi devleti etkilemişlerdir. (Maalesef bu etkinin izlerine günümüzde dahi rastlanılmaktadır.)

Kadızadelilerin açtığı kapıdan giren diğer tarikatlar da devlet adamlarını etkilemek yönüne gitmişlerdir. Ancak, en önemlisi, Yeniçeri Ocağı’nın resmi tarikatı durumundaki Bektaşilik olmuştur.

On altıncı asır sonlarından itibaren başlayan Yeniçerilerin siyasî ayaklanmalarında Bektaşîlerin etkileri bulunmakla birlikte, dinî faktör yoktur. On yedinci yüzyıldan sonra başlayan yenileşme hareketlerine karşı çıkışlarda maalesef bağnaz ulemanın etkisi olduğu açıktır. Yine bu dönemde, Türk Müslümanlığının temellerini oluşturan, İmam-ı Azam, İmam Maturidi ve Ahmet Yesevi çizgisi, Osmanlı-Safevî çatışmasına bağlı olarak baskılanmış; yerini Arap asabiyesini esas alıp; Arab’ı kavmi necip (Seçkin-üstün kavim); Türklüğü Mevalî kabul eden akımlar almıştır.

Devletin sağladığı imkânların çekiciliğinin de etkisi ile, Osmanlı-Türk Coğrafyasında Arab’a mensup olmak; hatta peygamber Efendimizin soyundan gelmek tercih edilen bir özellik olmuştur. Elinde bir yazılı kağıtla veya ceylan derisi ile gelip, vergiden, askerlikten muaf olanlar; devletten hayat boyu maaş alanlar çok büyük gruplar oluşturmuşlardır.

Tüm bu gelişmelerin sosyal hayatımızda üç büyük ve olumsuz etkisi olmuştur:

  1. Türk Millî kimliği aşındırılmış; yerine konmaya çalışılan dinî kimlik yetersiz kalmıştır. (Daha önce belirttiğimiz gibi bu gelişme sosyoloji bilimine terstir ve dünya tarihinde asla gerçekleşmemiştir/gerçekleşmeyecektir.)
  2. Seçkin-üstün kavim (kavm-i necîb) karşısında ikinci sınıf insan konumuna sokulan milletimizin fertleri, gururları aşındırılarak dış etkilere açık hale getirilmiştir. Bu etki Türk Müslümanlığı’nın terk edilmesi; İslâm adı altında Arap örf-adet ve hatta devlet anlayışının kabulü ile sonuçlanmıştır. Bu değişimdir ki, aynı zamanda halife olan Osmanlı Padişahlarına GAVUR PADİŞAH, son haçlı seferinden Türkiye’yi kurtaran ATATÜRK’E KAFİR; Günden 5 vakit ezanları ile mutlu olduğumuz ülkemize-devletimize  DAR-ÜL HARB  diyenlerin var olma sebebidir.
  3. Osmanlı’nın son dönemlerinde o kadar çok Peygamber Torunu ortaya çıkmıştır ki, bütçeye başlı başına yük olmuştur. Seyyid ve şerif oldukları belgelerle ispatlanmış olan bu kişilere toplum tarafından çok büyük saygı ve sevgi gösterilmiş; vergi verme, askerlik ve benzeri bütün kamu yükümlülüklerinden muaf tutulmuşlardır. Parası olan, -parasının miktarına göre- kağıda veya ceylan derisine şecere yazdırarak Peygamber Efendimizin soyundan olduğunu iddia etmiştir. Halktan ayırt edilmeleri için başlarına yeşil sarık sarmaları mecburi idi. Osmanlı’nın son dönemlerinde sayıları 300.000’i aşmıştır ki aynı dönemde Anadolu’nun nüfusu 10 milyon civarında idi. (% 3) Bu kalabalık grup içerisinde gerçek ile sahtesini, dürüst ile sahtekârını ayırmak güç olacağından Nâkib-ül Eşraf kurumu ihdas edilmişti.

Bu sosyo-psikolojik ortamda, insanlarımızın aşağılık duygusu ile kendi kimliğinden-devletinden soğuması kaçınılmaz olmuştur.

 Kısacası: On dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nda başlayan etnik milliyetçilik akımları dinî duyguları sonuna kadar istismar etmişlerdir. Bir yandan, Hıristiyanlar ayrılık şarkıları söylemiş; diğer yandan Müslüman gruplar farklı mezhep ve tarikatların şemsiyeleri altında toplanarak Türklere ve Osmanlı’ya karşı mücadeleye başlamışlardır.

Atatürk’ün Türk tarihi’ndeki teolojik akımlara karşı tutumunu iki aşamalı değerlendirmek doğru olacaktır. Bir Osmanlı Paşası olarak, tüm unsurları “Devlet-i Ebed Müddet” gayreti ile İmparatorluğun her kesiminde savaşmış ve hatta İstiklal Savaşı’nda da dini gruplardan sonuna kadar faydalanmıştır. O dönemde kurulan yakın ilişkilere rağmen Atatürk’ün, ayrılıkçı güçleri bırakın tüm İslâm Âlemi ile çok sıcak ilişkiler kurduğu bilinmektedir.

Ancak: Cumhuriyet dönemine gelindiğinde stratejilerin değiştiğini görüyoruz.

Öncelikle dikkate almamız gereken konu: İstiklal Savaşı süresince Ankara’da bulunan meclisin homojen olmadığı; çok farklı kişilerin, birbirlerinden farklı gayelerle Kurtuluş Savaşı’nı destekledikleridir. Bunların içerisinde Hilafet yanlıları, Osmanlı Hanedanı’nı tekrar başa geçirmek isteyenler, manda taraftarları, etnik hırs içerisinde olanlar, emperyalist devletlerle işbirliği içerisinde olanlar, İstiklal Savaşı’nın başarısızlığını bekleyenler vs de bulunmaktadır.

Öte yandan, İstanbul’da, Atatürk ve arkadaşlarının, sergüzeşt, kâfir veya hâin suçlamasıyla katline fetva verenler de bulunmaktadır.

Cumhuriyet’ten sonra…. Yol ayrımı…

Herkes kendi düşünceleri istikametinde beklentilere girmiştir.

Duruma hâkim olan Atatürk’e karşı kullanabilecekleri iki koz bulunmaktadır: din ve demokrasi.

O dönemde hiç kimse, “yönetiminiz demokratik değil” demeye cesaret edemediğinden bu eleştiri dillendirilememiş, ancak beş yüz yıldır –din adına- Arap hurafeleri ile beyinleri yıkanmış halkımız , “din elden gidiyor; şeriat isterük” haykırışları ile sokaklara dökülmüştür.

Dikkat çekici olan, bu isyanların neredeyse hemen tamamında tarikatlar ve cemaatler ön saftadır. Hatta uluslararası ilişkileri ve destekleyenleri açık olarak bilinmesine karşılık, binlerce kişinin ölümünden sorumlu olan bazı isyancılar, bu gün bile “din âlimi-dinî gerekçeli isyancı” olarak gösterilmeye çalışılmaktadır.

Gerçekte ise….

İslâm Âlemi’nde siyasete-ticarete bulaşmış ve fakat ülkenin kendi iç dinamikleri ile doğmuş-gelişmiş bir tane bile tarikat bulamazsınız. Halen dahi adı siyaset sahnelerinde sıkça duyulan, yazılı-görsel medyada arz-ı endâm eden tüm dinî gruplar dış ülkeler tarafından kontrol edilmektedir.

Siyaset ve ticaret İslâm ülkelerini ele geçirmenin en kestirme yollarıdır.

Atatürk’ün bu şartlar altında yaptığı iki büyük reform vardır. Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi ve tekke-zaviye-dergâhların kapatılması. Bu iki reform inananların devlete karşı kışkırtılmalarının önlenmesi amacına yöneliktir ve oldukça uzun süre başarılı olmuştur. Halen dahi Kur’an-ı Kerîm meallerinin büyük çoğunluğu, Atatürk’ün çevirttirip, kendi parasıyla tüm bastırıp tüm ülkeye dağıttığı Elmalılı Hamdi Yazır  meâlini esas almaktadır.

Tekke ve dergahlara gelince…

Elhamdülillah.

Neredeyse her sokakta birer tane dergâhımız ve kilisemiz var artık.

Ne diyelim:

“Söylemeye dil varmıyor.

Sussam gönül razı değil.”

Devam edeceğiz.

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve samsunetikhaber3.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.